9 Ekim 2022 Pazar

Kılıçdaroğlu’nun türban açıklaması: AKP’ye seçim hediyesi


Kılıçdaroğlu’nun türban açıklaması: AKP’ye seçim hediyesi,







    

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, evindeki çalışma odasında çektiği üç dakika otuz dört saniyelik bir videoyu dün akşam Twitter üzerinden yayınladı. Görüntülü mesaj merakla bekleniyordu çünkü önceki gün yine Kılıçdaroğlu tarafından duyurulmuştu.

Dediğine göre vereceği mesaj, CHP için de Saray için de bir samimiyet turnusolüydü. Yani su görünecek, teyemmüm bozulacaktı. Şimdi ak koyun kara koyun ortaya çıkacak, geçen hafta garipsenen “Benimle misiniz?” sorusu anlam kazanacaktı.

Tabi insanı bir gerilim alıyor. Acaba neyi önerecek de CHP’liler kendilerini vicdani bir cenderede hissedecek? Bu nedir ki, kabul etmeyen kendisini Saray’ın satılmış ajanı gibi hissedecek? 20 yıldır AKP faşizminin en büyük kurumsal hedefi olmuş CHP, milyonlarca tabanıyla, seçmeniyle daha neyin sınavına girecek?

Ve Saray… Kılıçdaroğlu, bizzat ve açık açık “Saray rejimi”“20 Temmuz darbecisi”“Diktatörlük” diye andığı faşist oluşumu “samimiyet” sınavına davet ediyor.

Allak bullak bir mantık bu. Kurumları normal işleyen normal bir demokraside ve normal bir ülkede CHP’nin rakip gördüğü normal bir sağ parti, elbette samimiyet sınavına davet edilebilirdi.

Ama Hitler’le uzlaşmayı, Südetler ilhakını tanıma raddesine kadar götüren Neville Chamberlain ahmağı bile Nazilerden “samimiyet” beklemiyordu. O bile hain olarak anılmayı, kendi vatanında lanetlenmeyi göze alamadı.

Biz dönelim dün akşamki videoya. Gecenin sürprizi başörtüsüymüş.

Ekonomik muhalefetin konforuyla AKP’yi izleyip güne gider gibi 6’lı masada fiskoslar yapılan koca bir yılın ardından CHP Genel Başkanı’nın siyaset yapası geldi ve bula bula bulduğu konu ne?

Başörtüsü. Evet, Türk kadınının gündemi yaşamak, güvencesiz kalmamak, çocuğuna bakabilmek, güvende hissetmek. Ama anlaşılan Kemal Bey, İstanbul Sözleşmesi’ni gömüp çoktan sönümlenmiş olan türban tartışmasını alevlendirmeye karar vermiş.

Kılıçdaroğlu diyor ki:

Evrensel hukuk ilkeleri ile uyum içinde bir kanuni çerçeve oluşturduk. Kadınların giyim kuşamını siyasetin tekelinden çıkartıyoruz. Bu hakkı yasal güvenceye alacağız. Bunu bir tartışma konusu olmaktan tümüyle çıkartacağız. Yarın itibari ile bu yarayı sonsuza kadar kapatacak adımı atıyoruz. Kanun teklifimizi grup toplantımızdan hemen sonra TBMM’ye sunacağız.”

Anayasa diye bir şey var. Uluslararası sözleşmeler var. Mahkemeler var. Duyan da sanır ki Türkiye’de 100 yıldır devlet, hukuk, nizam yok. Sanırsın Türkiye’de zombiler var ve başörtülü kadınları yiyorlar.

Peki, neyin kanun teklifi olacak bu? Başörtüsünü koruma kanunu!

Şu kaygıyı çok iyi anlıyorum. CHP ile ilgili başörtüsü özelinde 20 yıldır ama daha geniş çerçevede en az 80 yıllık saçma sapan bir yalanlar kurgusu var. Türkiye’deki tüm faşist eğilimlerin ve işbirlikçilerinin CHP’nin ve ülkenin tarihi ile ilgili Orwelyan çarpıtmaları vardır. CHP Türk dünyasına düşmandır, CHP dine düşmandır, geleneklere düşmandır, kimliğe, hür iradeye düşmandır, demokrasiye düşmandır… Gericiler, Atatürk’e façası yetmeyince İsmet İnönü’ye hakaret eder, cumhuriyet devrimlerine karşı çıkamayınca CHP’ye pislik atar…

Türk devletiyle hesaplaşacak yüreği olmayan tarikatçı yumuşaklar, yıllar boyu siyasi cephede kadınları öne sürüp, eşarbın, yaşmağın, her türden başörtüsünün ardına saklanıp yiğitlik taslamadı mı? Niye kimse bu zulümden bahsetmiyor? Türbanla çarşafla militarize edilen tutsak kadınları, üniversitelere gerilim çıkarmaya yollayıp mezun olunca eve kapatan yine bu zalimler değil miydi?

28 Şubat’ta Perinçek bağlantılı özel bir grubun yaptığı provokasyonların bir yandan havyarını yediler, bir yandan tüm ihaleyi CHP’ye yıktılar, bir yandan şimdi Perinçek’i de yanlarına kattılar. Keyfe bak!

Ama işte yükselmek ve iktidarı bırakmamak için sürekli mağduriyet hikâyesine dayanmak önemli bir faşist özelliktir. Elbette tarihi çarpıtarak.

Başörtüsünü siyasetin tekelinden çıkarmak isteyen “samimi” ise, buyursun bunların hesabını sorsun. Ama Kılıçdaroğlu’nun, sapık tarikatlar darılıp gücenmesin diye Süleymancıların yurdunda intihar eden Enes Kara’yı gündeme bile getirmek istemediğini unutmadık.

Samimiyeti pas geçelim yani…

Kılçdaroğlu’nun ve şimdi ona goygoy çeken çevrelerin öne sürdüğü argüman ne? Açık açık yazalım: “Türbanlılar kazanımlarını kaybetme korkusu içinde. Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesiyle AKP apışıp kalır.”

Acaba!

Diyelim öyle. Düşmanın yalanlar üzerine kurduğu paradigmayı da sahiplenmezsin ama değil mi? Hayırdır ya, Türkiye’de Jim Crow yasaları mı vardı? Başörtüsü apartheidı mı vardı?

Bu “kazanım” söyleminin 20 yıllık sürecin sonunda halkta hiçbir karşılığı yok. Ama Kılıçdaroğlu’nun kendi partisine zulmedercesine AKP söylemini sahiplenmesi sonucu AK troller talimatsız coşmuş durumda. “Ramazan’da da Ayasofya’yı açar artık”, diyorlar.

Dünkü videoyu izlese iki haftadır epey darlanmış olan Ayetullah Hameney’in de gönlüne bir nebze su serpilir herhalde.

Oysa tarikatların da türban tartışmasının da sosyolojiye çoktan yenildiği bugünün Türkiye’sinde, “mümine hanımların başı açıklarla dostluğuna” kudurup ayet yetiştiren şeyhlerden başka bir gerçeklik yok. Türban ölü bir konu. Bunu tartışmak, gündeme getirmek, bununla zaman harcamak bile AKP’yi beslemekten başka bir şey değil.

Kılıçdaroğlu’nun basitçe oy hesabı yaptığını iddia etmek mümkün. Denilebilir ki, AKP’nin türban diskurunu sahiplenmiş önemli bir kitle var ve Kılıçdaroğlu’nun bu oltasına gelmeye can atacaklar. Hadi diyelim aslı varken taklidine rağbet edecekler. Peki, giden oy? Bu kadar kendini reddeden kişiliksiz bir siyaset, CHP’yi Dimyat pirincinden etmeyecek mi sanıyoruz? YCHP diye diye salya akıtan Saray beslemeleri göreve hazır.

Bahçeli, CHP Genel Başkanı’nın teklifine Hayır oyu vereceklerini şimdiden ilan etti bile. AKP’nin cevabı ise elbette CHP’nin teklifini yok sayacak bir karşı hamle olacak. Çarşamba günü göreceğiz. Yani Kılıçdaroğlu’nun bu güya çok etkili hamlesi zaten sonuç alamayacağı gibi iktidar bloğu da samimiyet testini elinin tersiye itip kendi faşist gündemlerini dayatacak.

Kılıçdaroğlu siyaseten intihar etmek isteyebilir. İstifa ederek bunu gerçekleştirmek mümkün. 100 yıllık parti ayakta durur. Ama bütün bir muhalefeti ve halkın umudunu kendiyle birlikte ölüme sürüklemeye ne hakkı var? Ve bu toplu intihar histerisine katılmayana yüreksiz ve samimiyetsiz demeye?


https://www.turksolu.com.tr/kilicdaroglunun-turban-aciklamasi-akpye-secim-hediyesi/


***

15 Aralık 2021 Çarşamba

TSK’nın Görevi ve 35. Madde

 TSK’nın Görevi ve 35. Madde 




Armağan KULOĞLU

oakuloglu@gmail.com 


30 Nisan 2011

Siyasetçiler, TSK’nın görevi, askerlik şekli ve süresi üzerinde özellikle son zamanlarda fazlaca fikir ileri sürmektedirler. TSK’nın kışlasında durarak askerleri eğitmekten başka bir şey yapmaması gerektiğini ifade etmektedirler. Ayrıca TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinin, hatta tümünün yeniden düzenlenmesine ihtiyaç olduğunu da söylemektedirler.Bu söylemlerin esas itibariyle, son yıllarda TSK’nın üzerinde uygulanan olumsuz psikolojik propaganda sonucunda ortaya çıktığı ve seçim yaklaştıkça da sıkça gündeme getirildiği müşahede edilmektedir. 

   TSK’yı sadece askere gelenlere harp sanatını öğretmek ve eğitmekle görevli bir eğitim merkezi gibi görmek, hatalı bir yaklaşımdır. TSK, mecburi askerlik hizmetini yapanların yanında, elindeki tüm personelin öğretim ve eğitimini sürekli yaptırmak ve aynı zamanda her an için harbe hazır olmak durumundadır.TSK, her an göreve hazır olabilmesi için, devamlı olarak bir tehdit değerlendirmesi yapmakta, buna göre planlarını geliştirmekte veya yenilemekte, birliklerini yapılandırmaktadır. Birliklerinin konuş ve kuruluşlarını, buna göre de mevcutlarını düzenlemektedir. Teknolojik üstünlük sağlayabilmek için yenilikleri takip etmekte, harp silah, araç ve gereçlerini ya modernize etmekte ya da yenilemektedir. Tehdide yönelik olarak elastiki kullanıma imkân veren, çevik, ateş gücü ve teknolojisi yüksek bir yapının oluşumu için çaba sarf etmektedir. Soğuk savaşın sona ermesinden bugüne kadar mevcudunda da 250.000 kadar ciddi bir azalma olmuştur. TSK halen Karadeniz’den, Akdeniz’den, Ege’den, Kıbrıs’tan, Bosna’dan, Afganistan’a kadar olan sahada çeşitli görevler icra etmektedir. Terörle mücadeleye devam etmektedir. Bütün bu görevleri, eğitilmekte olan personelle yapması mümkün değildir. Elinde yapmakta olduğu ve yapmaya hazır olacağı görevler için yetişmiş personeli de bulundurmak durumundadır. 

Bu nedenle TSK’nın, bütünü itibariyle bir eğitim merkezi gibi gelinip gidilen bir kurum değil, sürekli görev icra eden, muhtemel ve ani durumlara karşı da sürekli hazır olan bir kurum olduğu dikkate alınmalıdır.TSK, muvazzaf subay ve astsubayların ve mükellefiyet yoluyla asker olanların yanında, devamlılık isteyen, tecrübeye dayanan, özelliği olan veya eksikliği hissedilen ihtiyaçlar için sözleşmeli personel de istihdam etmektedir. Günümüzde bu tip personele olan ihtiyaç artmış, dolayısı ile TSK’nın profesyonellik yüzdesi yükselmiştir. Önümüzdeki yıllarda daha da yükselmesi beklenmektedir. Ancak TSK’nın tamamen profesyonel olması beklenmemelidir.TSK’nın tamamen profesyonel olması, onu halkının ordusu olmaktan uzaklaştırır. Ordu-millet bağını zayıflatır. Paralı asker konumuna sokar. Askerlik Türk Milleti için kutsaldır. Askere giderken yapılan geleneksel uğurlamalar, yaşanan duygusallıklar, askerden dönünce o gence gösterilen itibar başka bir ülkede yoktur. Bu süreç, vatan ve millet sevgisini sıcak tutar. Yaşadığımız coğrafya ve jeopolitik ortam böyle olmasını gerektirmektedir. Diğer ülkelerle kıyaslanmamalıdır.Yukarıda izah edilen nedenlerle askerlik sistemi ve süresi üzerinden yapılan popülizm ve bu konuların siyasete alet edilmesi, ülkeye, TSK’ya ve Türk Milletine zarar vermektedir. Bu konuda duyarlı olmakta yarar görülmektedir.TSK görevini, anayasa, ilgili yasalar ve mevcut İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğine göre icra etmektedir. 

Bir değişikliğe ihtiyaç olduğunda, yetkili siyasilerden talepte bulunabilir. Bu kapsamda İç Hizmet Kanunu’nun, “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” şeklinde yazılmış bulunan 35. maddesinin, askeri müdahalelere kanuni gerekçe oluşturduğu düşüncesi ile değiştirilmesi gündemdedir. 

Aslında bu görev bütün anayasal kurumların ve hatta tüm TC vatandaşlarının görevidir. Askeri müdahaleler arzu edilmez, tasvip edilmez, ayrıca hukuki değildir ve kanunla da olmaz. 35. maddedeki ifade tarzı, TSK’yı görevine bağlılığa, feragate ve fedakârlığa motive eden bir husustur. Müdahale ile bu madde yan yana getirilmemelidir. Değiştirilmesi TSK’da burukluk yaratabilir. Sayın Cumhurbaşkanı da bir beyanında “Aslında dikkatli okunursa, sonrası okunursa böyle müdahalelere cevaz vermez. Ama yanlış algı söz konusu” demiştir. Bu nedenle konunun sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesinde fayda görülmektedir. 

Kaynak Yeniçağ: TSK’nın görevi ve 35. Madde  - Armağan KULOĞLU 



https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsknin-gorevi-ve-35-madde-18048yy.htm


DARBELER ÇAĞINDA MEDYANIN ROLÜ: RADYODAN E-MUHTIRAYA

 DARBELER ÇAĞINDA MEDYANIN ROLÜ: RADYODAN E-MUHTIRAYA 




Prof. Dr. Ergün Yıldırım


8 Haziran 2020

Prof. Dr. Ergün Yıldırım [1]

Çok değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler.  Hepinizi saygıyla, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum. Bugün, bu üniversitede konuşmak başlı başına çok önemli bir hadisedir. Çünkü bu üniversite özellikle 60 darbesi ile beraber darbecilerin yanında yer alan profesörlerin uçağa bindirilerek -istenilen anayasanın yapılmasına katkı sağlayan hocaların- gittiği bir yerdir. Bu üniversite aynı zamanda 28 Şubat döneminde başörtüsü mağduriyetinin darbeci zihniyetlerce bütün Türkiye model olacak biçimde yaşatıldığı bir yerdir. Bu üniversite 12 Eylül rejimine yine anayasa hazırlamak üzere hocaların taşındığı bir yerdir. Ben de bu üniversitede okudum. Lisans, yüksek lisans ve doktora yaptım. Bunun için de bugün burada biz darbeyi savunan değil de bu darbeleri reddeden, bu darbeci geleneği sorgulayan ve Türkiye’yi yeni bir tarihi döneme taşıyan, 15 Temmuz darbesine meydan okuyan, milli iradeyi ve direnişi kutladığımız, hissettiğimiz, analiz ettiğimiz için onur duymalıyız, mutlu olmalıyız, bahtiyar olmalıyız. Akademiyanın darbeyi savunan ve meşrulaştıran değil de sorgulayan ve eleştiren bir bilinç ve çaba içinde olduğu bir döneme şahitlik ettiğimiz için şanslıyız. Üniversitenin önemli öğretim ve bilim kurumları olarak darbeci geleneği tartışan ve eleştiren bir arayışı temsil ettiği bir aşamadayız. İstanbul üniversitesi de buna öncülük eden bir faaliyet içinde bulunuyor. Burada başta rektör olmak üzere katkısı geçen herkesi kutlamak istiyorum.

Türkiye’de darbe geleneği ve basın ilişkisi aslında bizim 150 yıllık modernleşme serüvenimiz ile at başı giden bir olgu. Bir olgu, bir felsefe ve bir süreçtir aynı zamanda. Darbe dediğimiz şey modern bir hareket öncelikle. Darbe dediğimiz şeyde bir cunta örgütlenmesi var, bunlar ordu yapısı içerisinde örgütleniyorlar ve sivil iradeyi temsil eden parlamenter meclise müdahale ederek sistemi ve toplumu kendi tahayyülleri çerçevesinde dizayn ediyorlar. Ve bu mantık, bu düşünce tarzı, bu siyasi pratik bizde aslında Abdülaziz’in hal’i ile birlikte başladı. Kuleli Askeri Lisesi’nde bunun hayalleri kurulmaya başlanıyor, Abdülaziz hal ediliyor ve ondan sonra aslında cuntanın aldığı kararla beklemedikleri bir biçimde de olsa bir iktidar değişimine yol açıyorlar. Yine İttihat ve Terakki’nin iktidara gelme sürecine baktığımız zaman aynı cunta hareketleriyle ve orduyla beraber bunu yapılandırması söz konusu. Cumhuriyet döneminden itibaren de bu darbe geleneğimiz maalesef devam ediyor. Adeta bu darbeci gelenekle bütün toplum meselelerimizi adeta çözmek istiyoruz. Onu bir yönteme dönüştürmüş gibiyiz.  Büyük bir siyasi değişim mi yapılacak? Ekonomik sorunlar mı çözülecek? Anayasa mı yapılacak? Bir toplum ütopya düzeyinde tamamıyla müreffeh, adil ve güzel bir yere mi getirilecek? Elitlerin, askeri kadroların, basın mensuplarının aklından geçen şey hemen darbe yapmak. Bu aslında Osmanlı’nın yıkılmasından sonra bütün İslam coğrafyasında karşılaştığımız temel bir siyasal yöntem sorunu. Dolayısıyla biz 100 yıldır bir Darbeler Çağını yaşıyoruz. Hobsbawm 19. yüzyılı “Devrimler Çağı” olarak tanımlıyor. Bizler için ise Osmanlı sonrası dönem bir Darbeler Çağı. Çünkü  sadece Anadolu coğrafyasında 60 ihtilali yapılmadı, 17 Mart yapılmadı. Aynı şey Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, Tunus’ta, Irak’ta yapıldı. Arap Nasyonal Sosyalizmi ideolojisi ile bölgedeki ordular bir araya gelip cuntalar oluşturup darbelerle toplumları yönetmeye çalıştılar. 15 Temmuz bu açıdan önemli. Peki, bunun basınla ilişkisi nedir? Türkiye’de nasıl darbeler Osmanlı modernleşmesinin son yıllarında ortaya çıkıp cumhuriyet döneminden günümüze kadar geldiyse -15 Temmuz’a kadar- matbuata baktığımız zaman da darbeyle ilişkileri bu süreçte görmek mümkün. Matbuat kültürü modern bir kültürdür zaten. Aydınlar yetişiyor, gazeteler basılıyor, dergiler çıkıyor, hürriyet deniliyor, ifade özgürlüğü deniliyor, meşrutiyet ilanları yapılıyor. Ancak 1912 yılında Bab-ı Âli baskını ile beraber İttihat ve Terakki’nin kurduğu cuntayla basın susturuluyor ilk defa. Ve basın darbeciler tarafından kontrol edilmeye başlanıyor. Dönemin önemli gazetecilerinden biri olan Hasan Tahsin katlediliyor. Bugün bu konferansın olduğu şehirde yapılıyor bunlar. 1928 yılında Türkiye’de bütün basın susturuluyor. İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla yargılanıyorlar. El-Azize (benim memleketime, bugün Elazığ diyoruz) sürgün ediliyorlar. Basın artık Türkiye’de toplumu temsil eden, ifade özgürlüğünü ortaya koyan bir kimlikten çıkıyor tamamıyla. Darbeci düzenlerin emrine amade olan ve onların söylemlerini kamuoyuna taşıyan, onlar için haberleri çarpıtan, toplumu manipüle eden ve yalanlar uyduran bir platforma dönüşüyor. Örneğin, Menderes’e yapılan müdahalenin toplum nezdinde meşruiyeti için öğrencilerin kıyma makinesinden geçirildiği yalanı üretiliyor. Ve bu yalan, gazeteler aracılığıyla bütün Türkiye’ye yayılıyor. Bu çerçevede brifingler veriliyor, andıçlar yapılıyor, her zaman ana medya dediğimiz akım artık darbeci kadroların, darbeci zihniyetin emrinde çalışmaya yöneliyor. Bunu en etkili biçimde yakın dönemde 28 Şubat darbesinde gördük. Özellikle atılan manşetler –ki buradakilerin birçoğunun hafızasında var-  televizyonlarda yapılan konuşmalar toplumu darbecilerin yaptığı her şeyi meşrulaştırır nitelikteydi.


Medyada 60 darbesinden bugüne medya ve darbe ilişkisi çok değişti.  Her şeyden önce radyo ile bildiri okunulan bir medya olmaktan televizyonlara doğru değişen bir medya var. Aslında darbelerin yapılma tarzıyla medyanın kullanılma tarzı ve medyada kullanılan ilişkiler de değişmeye başlıyor. 1960 darbesi devletin radyosunda okunan bildiri halka açıklanıyor. 12 Eylül darbesi yine devlet televizyonunda gündüz saat 1:00’de paşaların bildiri okuması ile daha net bir biçimde kamuoyuna duyuruluyor. Ondan sonra 2007 yılında e -muhtıra dediğimiz, internet ve sosyal medya dediğimiz yeni bir medya dünyasına giriyoruz. Dolayısıyla artık darbecilerin kullandığı platform sadece gazete değil. Gazete ile birlikte radyo, daha sonra televizyon ve arkasından yeni medya teknolojisi kullanılıyor. Ana medya özellikle Turgut Özal dönemi ile birlikte yeni bir durumla karşılaşıyor. Her zaman darbecilerin emrinde olan ana medya karşısında alternatif bir medya doğuyor. Nasıl ki 90’lardan sonra Türkiye’nin toplumsal değişmesinde orta sınıfın yükselmesi varsa, merkezin yükselerek siyasete yönelmesi varsa bununla paralel bir biçimde bir medya grubu ortaya çıkıyor. Buna ister muhafazakâr medya diyelim, isterse orta sınıfla beraber yükselen yeni medya diyelim. Bu medya az olmasına ve çok güçsüz bir biçimde ortaya çıkmasına rağmen 28 Şubat’ta çok onurlu bir mücadele ortaya koymuştur. Mesela benim mensup olduğum Yeni Şafak gazetesi veya o dönemde Kanal 7’deki İskele Sancak programlarında bu darbenin pratiklerine karşı müthiş bir muhalefet ortaya konmuş ve bundan dolayı da Yeni Şafak’ın sahipleri işkencelere maruz kalmışlardır.

 Darbeler ve medya ilişkisi özellikle 15 Temmuz’u etkileyen boyutuyla 2013 yılından sonra FETÖ yapısı dediğimiz bir medya imparatorluğu olarak tecessüm ediyor. Bu ana medya akımından farklı bir medya grubu. Onlarca radyo, onlarca televizyon, onlarca gazete ve onlarca internet sitesi ile birlikte sivil hükümete karşı çok radikal, çok çatışmacı, çok ötekileştirici bir muhalefet ortaya konuyor. Mesela dönemin meşru hükümetinin başbakanı ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan sürekli diktatör olarak kodlanmaya çalışılıyor. Ve yine İslamist olarak suçlanmaya çalışılıyor. IŞİD’le işbirliği yaptığına dair çeşitli imgeler, semboller ve yalan haberler üretiliyor. Yolsuzlukla ilgili medyanın bütün küresel imkânları kullanılarak çok pejoratif, çok yalan dolu söylem ifade ediliyor, ortaya konuluyor. Hakikaten bir yabancı araştırmacının dediği gibi FETÖ yapısı, bir medya imparatorluğu olarak toplum üzerinde ciddi bir etki, baskı ve yönlendirme gücüne sahip oluyor. Bu medya imparatorluğu sivil hükümeti devirmeye yönelik adımlar atıyor. Köşe yazıları, haberler, manşetler, televizyonlarda yapılan programlar tamamıyla darbeyi hazırlamaya yönelik toplumsal bilinçaltını dönüştüren çalışmalarla karşılaşıyoruz. 15 Temmuz’a geldiğimizde bu FETÖ medyası, ana akımın  bir takım medya gruplarıyla destekleniyor. Ama Türkiye’de Özal dönemi ile başlayan ve daha sonra gelişen çoklu bir medya trendi var ve bu medya trendi hakikaten 15 Temmuz gecesinde demokrasiye sahip çıkma konusunda büyük bir adım atıyor. Bakın çok büyük bir paradoksla karşı karşıyayız. Devletin televizyonu TRT’de darbecilerin bildirisini okuyor. Öte yandan özel bir medya grubunun televizyonunda Sayın Cumhurbaşkanı darbe gecesinde açıklamalarda bulunuyor ve milleti direnişe çağırıyor. Dolayısıyla o gece ana medya bu tutumu ile adeta Türkiye’nin 100 yıllık tarihinde taşıdığı vebali atmaya yönelik çok pozitif bir adım atıyor. Televizyonda sayın başbakanın, sayın cumhurbaşkanının ve yine  Sayın Bahçeli’nin yaptığı konuşmalarla beraber Türk milleti sokağa dökülüyor ve darbecilere karşı direnişini ortaya koyuyor. Dolayısıyla artık medyanın darbeyle ilişkisi de bu pratik gelişmelerle birlikte değişmeye başlıyor ve yeni bir süreç ortaya çıkıyor.

 Şimdi İslam dünyası ve 15 Temmuz konuşuldu ve bununla ilgili birkaç şey söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum.  Nasıl ki biz Post-Osmanlı ile beraber, Osmanlı’nın çöküşüyle beraber darbe yaptık ve Ortadoğu da bizi ilham alarak o darbeler  gerçekleşti ise 15 Temmuz’da da bu yüzyıllık darbe geleneğinin pabucunu dama attık. Buradan çıktık ve yeni bir süreç başladı. Hani kuş diyor ya Şankıti beyefendi. Buradaki Anka kuşudur. Bu Anka kuşu adaleti, milli iradeyi, demokrasiyi yükselten, kanatlandıran ve İslam dünyasını yeniden uyanışa çağıran bir harekettir. Bu açıdan da çok saygın bir yere ve anlama sahiptir. Arap Baharının ilhamı bu topraklarda ortaya çıktı. Bütün Ortadoğu diktatörler ve isyancılar çatışması ile yanıp tutuşuyor. Bundan kurtulmanın örneğini Türkiye ortaya koydu ve onun için Türkiye’yi durdurmak istediler. Bu nedenle Türkiye’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a, sivil iradeye müdahale etmek istediler. Darbenin bölgesel anlamı budur. Ama bunu başaramadılar. Milli irade kendisini ortaya koydu. Millete liderlik yapan insanlar cesaretleriyle, şahsiyetleriyle, inançlarıyla milletin önüne düştüler ve dolayısıyla bu topraklarda başlayan darbe geleneği yine bu topraklarda son buldu. Artık diktatörler ve isyancılar çatışmasının sona erdiği bir tarihi örnek olarak Türkiye var, Türkiye Cumhuriyeti var, Anadolu toprakları var. Burada umut var isyan yerine, burada demokrasi var diktatörlük yerine, burada yıkıcılık yerine ihya ve medeniyet var.

Hepinizi Sevgiyle ve Saygıyla selamlıyorum.

[1] Ergün Yıldırım’ın 16 Temmuz 2018 tarihinde İstanbul Üniversitesinde düzenlenen 3. Uluslararası Darbe ile Mücadele ve 15 Temmuz Sempozyumunda sunduğu bildirisidir.


http://darbeler.com/2020/06/08/darbeler-caginda-medyanin-rolu-radyodan-e-muhtiraya/


***

12 Eylül Darbesine Giden Yolda Dönemin Siyasi Partilerinin Rolü,

 12 Eylül Darbesine Giden Yolda Dönemin Siyasi Partilerinin Rolü,


12 Eylül Darbesi, silahlı kuvvetler, Giden Yolda, Dönem, Siyasi Partilerinin Rolü, 35 Madde,1963 Anayasası,

Editör Editör
18 Mayıs 2015





Toplumsal ve siyasi hafızada 12 Eylül öncesi yaşanan hadiseler halen yerini korumaktadır. Kaos ve anarşi binlerce insanın hayatını kaybetmesine, yüz bini aşkın insanın cezaevine girmesine ve yurtdışına kaçmasına sebep oldu. Bu ortamın oluşmasında karşılıklı diyalog eksikliği kadar politikada şiddetin meşru bir araç olarak kabul edilmesinin büyük payı vardı.  Bu atmosfer ve yakın geçmişte yaşanan darbeler sonrası henüz normalleşmeyen 
ordu-siyaset ilişkisi olası bir askeri müdahale beklentisini tırmandırmıştı. Nitekim silahlı kuvvetler şiddet olaylarına karşı ülkede ‘huzur ve güven’ ortamı sağlama vaadiyle 12 Eylül 1980’de yönetime el koydu. Bu minvalde benzeri görülmemiş baskı ve cezai uygulamalara başvuran 12 Eylül yönetimi yaklaşık 3 sene süresince ülkedeki bütün siyasi ve sivil faaliyetleri kontrol altında tuttu. Siyasete ve topluma şekil vermek için kullanılan devlet kurumları kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı birçok düzenlemeyi hayata geçirdi. Ne var ki bu ağır baskıların neticesi olarak vatandaş ile devlet kurumları arasında ciddi bir güvensizlik oluşmuş, nihayetinde siyasi ve toplumsal bedeller ödenmiştir.

27 Mayıs Anayasası dernek ve sivil toplum faaliyetlerinin önünü açan bir anayasaydı. Nitekim 1960’lı yılların başından itibaren İşçi-Memur Sendikaları ve Öğrenci dernekleri kurulmaya başlandı. Çoğu sol görüşe yakın bu dernekler 1965 seçimleri ardından Süleyman Demirel liderliğinde tek başına iktidar olan Adalet Partisine karşı muhalif bir tavır içerisindeydi. Özellikle 1968 sonrasında AP karşıtı cephe kuvvetli bir hava yakalarken AP iktidarı sadece meclis gücü ile ayakta duruyordu. Bu dengeler açısından 27 Mayıs öncesi döneme benzer bir tablo oluşmaya başlamıştı.

Diğer taraftan, sağ-muhafazakâr kesimi temsil eden yeni oluşumlar AP’ye nazaran daha ideolojik bir söylem ile halkın karşısına çıkmıştı. 

Eski MBK üyesi Alparslan Türkeş’in 1965’te parti başkanlığına gelmesinden sonra milliyetçi söylemin ağır bastığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) 1969 senesinde ismini Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdi. MHP özellikle gençler üzerinde duruyor ve ideolojik kadrolar yetiştirmeyi amaçlıyordu. 

Adalet Partisi bünyesinde yer bulamayan dindar-muhafazakâr kimliğe sahip bir grup siyasi ise Necmettin Erbakan’ın başını çektiği farklı bir oluşum başlattılar ve 1970 senesinde Milli Selamet Partisini (MSP) kurdular. Aslında ideolojik solu temsil eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1962 senesinde kurulmuş ve 1965 seçimlerinde önemli bir başarı göstermişti, ancak TİP 1968’den sonra artan öğrenci-sendika aktivizmi karşısında gücünü koruyamamıştı.
Adalet Partisi 1969 seçimleri sonrası gerek parti içi ayrışmalar gerek de Öğrenci-Sendika eylemleri ile zayıflamaya başladı. Ülkedeki eğitimli aydın zümrenin çoğunluğu AP iktidarının sona ermesi ve bunun için gerekirse ordunun yönetime el koyması taraftarıydı. Bu fikirlerin yer aldığı dergi ve gazeteler ordu mensupları arasında ciddi takipçi buluyordu. Özellikle 1969 sonrası bazı eski 27 Mayısçı subayların da yardımıyla orduda tekrar bir darbe hazırlığı başlamış ve bu sefer ideolojik çizgileri daha net olan bir harekât planlanmıştı. Öğrencilerin karıştığı şiddet olaylarının artmaya başladığı 1971 senesi Mart ayında iktidara karşı harekete geçmek isteyen askeri cunta 27 Mayıs’ın aksine askeriyedeki yüksek komuta kademesi tarafından engellendi. Bu müdahaleden çok kısa süre sonra 12 Mart 1971 günü TSK tarafından yayınlanan muhtırayla AP hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.

1971 Darbesi emir komuta zinciri içinde, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının kontrolüyle gerçekleşti. Demirel’in istifası ve hükümetin çekilmesinin ardından ordu içindeki cuntacı subaylar bertaraf edilmeye başlandı. Bunu takip eden aylar içerisinde ülkedeki özellikle sol görüşlü dernek, yayınevleri ve sendikaların çoğu kapatıldı. Siyasi faaliyetlerde yer alan binlerce insan tutuklandı ve ağır cezai yaptırımlar uygulandı. 

Kurulan ara dönem hükümetleri süresince ordu üst yönetimi siyasetteki dengeleri yeniden şekillendirmeye çalıştı ancak gerek hükümetlerin oluşumunda gerek de Cumhurbaşkanlığı seçimi süreçlerinde arzu ettiği değişiklikleri gerçekleştiremedi.

12 Eylül’e Giden Süreç

Genel seçimler 12 Mart darbesinden 2 sene sonra 1973 Ekim ayında düzenlendi. Bu süreç zarfında CHP’de önemli bir değişim gerçekleşmişti; partinin 34 senelik lideri İsmet İnönü genel sekreteri Bülent Ecevit’e karşı girdiği mücadeleyi kaybetti ve CHP’den istifa etti. 14 Mayıs 1972’de CHP genel başkanlığına seçilen Ecevit CHP’ye yeni bir söylem getireceği sözünü veriyordu. Nitekim 1973 sonrasında CHP özellikle büyük şehirlerde artmaya başlayan işçi nüfusunun desteğini almayı başarmıştı ve yapılan ilk seçimlerde yaklaşık yüzde 6’lık bir artışla yüzde 33 oy oranına ulaşıp sandıktan 1.parti olarak çıkmıştı.

İkinci olan AP yüzde 30 oy alabilirken seçimin en büyük çıkışını yüzde 11’e ulaşan Milli Selamet Partisi gerçekleştirmişti. Seçimden sonra ise sürpriz bir şekilde CHP-MSP koalisyonu kuruldu ve bu hükümet döneminde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirildi. Ancak ideolojik ayrılıkların sıkça sorun oluşturduğu bu işbirliği 1974 Eylül ayında son buldu ve koalisyon hükümeti dağıldı. Ardından uzun süren arayışlar neticesinde AP-MSP-MHP-GP’nin bir araya gelip oluşturduğu Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Hükümetin ‘Milliyetçi Cephe’ tabirini benimsemesi ülke siyasetinde ideolojik söylemenin güç kazandığının da bir göstergesiydi.

1971 öncesi 6 sene Başbakanlık yapan Demirel 1960 ve 1971 müdahalelerinden bazı dersler çıkardığını, Türkiye’de sadece sandıkta zafer kazanarak ve halkın çoğunluğunun desteğini alarak iktidarda kalmanın mümkün olmadığını öğrendiğini ifade etmişti. Benzer şekilde 27 Mayısçı subaylardan MHP genel başkanı Alparslan Türkeş de iktidarda kalmanın yolunun bürokrasi ve üniversitelerde güçlü olmayı gerektirdiğini söylüyordu. 1970 başlarına kadar sol 
görüşe yakın kadroların ağırlık sahibi olduğu bu alanlarda özellikle 1975’den sonra sağ-muhafazakâr görüş güç kazanmaya başladı. Üniversite ve devlet kurumlarında yaşanan rekabet karşılıklı şiddet yöneliminin artmasıyla kaotik bir süreci beraberinde getirdi.
Üniversite ve liselerde öğrenciler kendi hâkimiyet alanlarını oluşturma gayretindeydiler. Fikrî tartışmalar yerini saha mücadelesine bırakmıştı ve karşıt görüşteki öğrenciler birbirlerini şiddet yoluyla sindirme yoluna başvuruyorlardı. Şiddetin dozajı arttıkça karşılıklı olarak yaralama ve cinayet hadisleri sıklaştı, 1977 senesine gelindiğinde şiddet olaylarındaki yaralı ve ölü sayısı daha önce olmadığı kadar yükselmişti. Bu gerginliğe ek olarak Alevi-Sunni nüfusun bir arada yaşadığı Sivas, Malatya, Kahramanmaraş gibi şehirlerde meydana gelen kitlesel çatışmalarda 100’ü aşkın sayıda insanın hayatını kaybetmesi siyaseten ve toplum nezdinde ideolojik ayrışmayı derinleştirdi.

Bu gergin atmosferde yapılan 1977 genel seçimlerinde CHP önemli bir başarı kaydetti ve yüzde 41 ile tarihinde ulaştığı en yüksek oyu aldı. Parti olarak geleneksel seçmeninin yanında ideolojik motivasyonu kuvvetli sivil toplum kuruluşlarının da desteğini alan CHP sağdaki bölünmeye karşın sol oyların tek adresi olmayı başarmıştı.  Lakin çıkardığı milletvekili sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu ve Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamadı. Ardından tekrar II. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu, ancak mecliste çok ufak bir farkla çoğunluk sayısına ulaşan bu hükümet de kısa süre sonra dağıldı. Yaptığı milletvekili transferleriyle çoğunluğa ulaşan CHP kurduğu hükümet ile 1946’dan sonra ilk kez tek başına iktidara geldi.

Ne var ki CHP iktidarı da derinleşen bu ideolojik ayrışma ve şiddet olaylarının önüne geçemedi. Bilakis 1978 ve 1979 senelerinde üniversite ve sokak eylemlerinde hayatını kaybedenlerin sayısı 1000’e aştı. İdeolojik kaygılarla hareket eden bürokratların birbirlerine karşı güvensizliği, alttan gelen kadroların yeni pozisyon beklentileri ve bozulan üst-alt hiyerarşisi devlet kurumlarındaki işleyişi adeta felç etmişti. Bu şiddet ve anarşi ortamı gündelik hayatın işleyişini iyice olumsuz etkilemeye başlamış, devlet vatandaşın temel ihtiyaçlarını sağlayamaz hale gelmişti. Güvenlik zafiyeti iyice artmış, ufak Anadolu şehir ve kasabalarında, büyük şehirlerin varoş semtlerinde kurtarılmış bölgeler ilan edilmişti.
Ekonomide yaşanan problemlerin de getirdiği baskı altında girilen 1979 ara seçimlerinde CHP önemli bir oy kaybına uğradı. İktidar dönemi yaşadığı zorluklara ek olarak bu oy kaybıyla karşılaşan Bülent Ecevit istifasını verdi ve hemen ardından MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği Adalet Partisi azınlık hükümeti kuruldu. 1980 yılına gelindiğinde anarşi ve şiddet iyice artmış, ilk 6 ay süresince 1200’ün üzerinde cinayet işlenmişti. Her gün neredeyse 2-3 cinayet ve eylem haberi geliyordu. Siyasi parti liderleri ve kamu otoritesi bu gidişata karşı bir çözüm üretemiyor, ancak karşılıklı suçlamalar devam ediyordu. Bu kısır siyasi çekişmelere ek olarak 1980 senesi Mart ayında görev süresi dolan 5.Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine seçilecek Cumhurbaşkanı için toplanan TBMM art arda yapılan oylamalarda bir sonuç çıkaramıyordu.

1978’den itibaren askeri kuvvetler içinde de bazı kıpırdanmalar başlamıştı. Sık değişen hükümetler ordunun üst kademesinde istikrarsızlığa sebep olurken hatıratlarda özellikle 1979 sonrasında yönetime el koyma fikrinin kuvvetlendiği ve buna yönelik hazırlıklar yapıldığı anlatılmaktadır. Nitekim 1979-1980 dönemi yaşanan birçok olayın fail-i meçhul kalması aslında şartların olası bir askeri müdahale için hazırlandığını gösteriyordu. Ancak 1970 sonrası yaşanan ideolojik ayrışma ordu kademelerine de sirayet ettiği için bu hareketin herhangi bir tarafı değil bütün siyasi oluşumları hedef alması planlandı. Aksi yönde bir tutum darbenin başarısız olması sonucunu doğurabilirdi.
Şiddet olaylarının iyice tırmandığı 1980 yazı esnasında askeri kuvvetler artık darbe için zamanın geldiği kanaatine vardılar ve Temmuz ayında müdahale kararı aldılar. Demirel hükümetinin tekrar güvenoyu alması üzerine ertelenen operasyon Fatsa ve Çorum’da yaşanan olaylar, şiddetin kontrol edilemez bir hal alması ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin halen sonuçlanmaması gibi faktörler neticesinde tekrar revize edildi ve ordu üst kademesi Eylül ayında darbeyi gerçekleştirme kararı verdi.

12 Eylül ve Sonrası

12 Eylül 1980 günü askeri kuvvetler yönetime el koydu ve ülke idaresi kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den müteşekkil olan Milli Güvenlik Konseyi’nin uhdesine geçti. Siyasi parti yöneticileri gözaltına alındılar, Demirel ve Ecevit Hamzaköy adasına, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş İzmir Uzunada’ya gönderildiler. Dernekler ve siyasi partilerin faaliyetleri durduruldu, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi. Askerin yönetime el koymasının ilk aşamada çoğunluk tarafından olumlu karşılandığını söylemek mümkündü çünkü devlet mekanizması ve günlük hayatın işleyişi durma noktasına vardığından halkın temel ihtiyaçları dahi karşılanamaz hale gelmişti.

Nitekim ordu kuvvetleri ilk olarak 12 Eylül öncesinin en ciddi sıkıntısı olan şiddet olaylarını durdurmada şaşırtıcı bir hızla başarılı oldu. İdeolojik kutuplaşmanın toplumsal olarak bu kadar derinleştiği bir anda çatışmaları sona erdirebilmeleri aslında silahlı kuvvetlerin dilediğinde bu güce sahip olduğunun da kanıtıydı. Darbenin ilk gününden itibaren emir komuta zincirinin korunması ve Milli Güvenlik Konseyi’nin bütün ipleri eline alması olası muhalif seslerin yükselmesine karşı önemli bir engel oldu. Bu güç temerküzünün geldiği noktada adeta ülke idaresine dair yasama, yürütme ve yargı güçlerinin hepsi MGK’yı oluşturan 5 General’de toplanmıştı.

Siyasal partiler açısından bakıldığında 12 Eylül yönetiminin hangi yöne evrileceğine dair tereddütler vardı. Herhangi bir ideolojik taraftan yana olması durumunda diğer partiler açısından oldukça riskli bir durum oluşacaktı çünkü gerek 27 Mayıs gerek 12 Mart darbeleri sonrası sert ve kanlı tedbirler uygulamaya sokulmuştu. Nitekim aylar geçtikçe darbe yönetimi baskı ve şiddetin dozajını arttırmaya başladı ancak bu tavrını bütün siyasi parti ve görüşlere karşı uyguladı. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel sürekli gözetim altında tutuldular, Necmettin Erbakan 9 ay Alparslan Türkeş ise yaklaşık 4,5 sene ceza evinde kaldılar. Darbe sonrası dönemde yaklaşık 650.000 kişi tutuklandı ve 98.000 kişi örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandı. Binlerce insan yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Özellikle ülkücü ve solcu kesimden gençlere karşı daha sert bir tavır takınıldı ve toplam 517 kişiye idam cezası verildi. Bu cezalardan çoğunluğu genç olan 50 ismin cezası infaz edildi. Rakamlar göz önüne alındığında 12 Eylül idaresinin 27 Mayıs ve 12 Mart’a mukayeseyle çok daha sert cezalara başvurduğunu söylemek mümkündür.

12 Eylül sonrası siyasi parti ve sivil dernek faaliyetleri de yasaklanmıştı, bu kapsamda 20.000’den fazla derneğin faaliyetine son verildi. Kamusal alan, medya ve dernek faaliyetlerinde herhangi bir şekilde ideolojik anlam içeren en ufak bir ibarenin dahi kullanımı yasaklandı. Fikren sakıncalı olduklarına kanaat getirilen 1000’in üzerinde akademisyen ve 3500’den fazla öğretmen görevlerinden uzaklaştırıldılar. 27 Mayıs’a benzer bir şekilde Atatürkçülüğü üst çerçeve olarak benimseyen darbe yönetimi bunun dışında herhangi bir ideolojik yönelime tolerans göstermedi. Bunun yanında sınırlı bir çerçevede dini değerlerin öne çıkarılması ve okullarda din derslerinin zorunlu hale getirilmesi toplumun çoğunluğu tarafından kabul görecek stratejik adımlardı.

12 Eylül’ün bir diğer sonucu 10.000’in üzerinde insanın siyasi mülteci olarak yurt dışına kaçması oldu. Çoğu eğitimli olan bu bireylerin ülkeyi terk etmesi aynı zamanda ciddi bir beyin göçü anlamına geliyordu. 27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri sonrası daha kısıtlı ölçüde görülen kaçışların 12 Eylül’de bu şekilde artması yine 12 Eylül yönetiminin düşünce hayatı ve faaliyetlerine karşı müsamahasız tutumunun bir başka göstergesiydi. Siyasi mültecilerin yurt dışındaki Türk toplumunun bilinçlenmesi açısından olumlu etkileri olsa da özellikle bu kadar çok ismin kaçmak zorunda kalması dış dünyadaki Türkiye algısına dair hoş bir izlenim bırakmamıştı. Nitekim zaman içinde siyasi kaçak hayatı yaşayanların Türkiye’ye geri dönmelerinin yolunu açacak bazı düzenlemeler getirildi.
12 Eylül yönetimi 27 Mayıs Anayasası yerine yeni bir anayasa yapma çalışmalarını tamamladı herhangi bir muhalefete izin verilmediği ortamda gidilen halk oylaması sonucunda Anayasa 7 Kasım 1982’de yüzde 91 oyla kabul edildi. Bu oylamanın bir neticesi olarak Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Aslında 12 Eylül Anayasası 27 Mayıs’ta askeri kuvvetler ve bürokrasiye verilen imtiyazları yeniden güvence altına alıyordu. Buna ilaveten 27 Mayıs’ın aksine bireysel özgürlükleri ve sivil toplum faaliyetlerini kısıtlayan, üniversite ve liselere ciddi kontrol mekanizmaları getiren uygulamaları yürürlüğe koydu. Mesela Yüksek öğretim Kurumu 12 Eylül Anayasası’nın getirdiği bir düzenlemeye binaen ihdas edilmişti.

12 Eylül yönetimi seçim tarihi olarak 6 Kasım 1983’ü belirledi ve yasaklı olan siyasi liderlerin seçimlere katılmasına izin vermedi. Darbe yönetiminin dolaylı destek verdiği Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi favori olarak görülmesine karşın seçimlerden üçüncü parti olarak çıkabildi; sandıkta en yüksek seçimden 4 ay önce kurulan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) aldı. Turgut Özal 1980 öncesi MSP üyeliği olan, ardından AP hükümeti döneminde üst düzey bürokratlık yapmış ve muhafazakâr-teknokrat kimliğiyle tanınan bir isimdi. ANAP’ın yüzde 45 oy oranıyla tek başına iktidara gelmesi 12 Eylül yönetimini rahatsız etmiş olsa da MGK yönetimi fiilen son buldu ve 12 Eylül sonrası demokratik sisteme dönüş süreci başladı.
Ancak darbeden sonra 12 Eylül yönetiminin benimsemediği ANAP’ın 8 sene iktidarda kalabilmesi, 1987 senesindeki referandumla eski siyasi liderlerin yasaklarının kalkması ve siyasete geri dönmeleri, aslında askeri kuvvetlerin siyasette arzuladığı değişimin toplum nazarında tam kabul görmediğinin de bir işaretiydi. Hatta 1989’da Kenan Evren’in emekli olmasıyla ilk kez sivil kökenli bir isim olan Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Siyasal tercihlerin tepeden zorlama yönlendirmelerin aksi yönde seyretmesi örneğine 28 Şubat 1996 müdahalesi sonrasında bir kez daha şahit olundu. 

Sonuç

12 Eylül öncesi yaşanan olaylar Türkiye’nin genç ve eğitimli nüfusuna verdiği zarar açısından emsali az rastlanan bir örnektir. Gençlerin siyasi beklenti ve taleplerini şiddet yoluna başvurarak ifade etmesi, fikrî tartışmanın yerini fiziki mücadelenin alması gelecekte topluma önemli katma değer sağlayacak bireylerin erken yaşta önlerinin kesilmesine sebep olmuştu. Vakitlerini bu mücadeleye ayıran gençler kendi alan ve becerileriyle alakalı konularda yetiştirme fırsatından yararlanamadılar. Bu tecrübeler şahsiyet gelişimi ve fikrî olgunluk açısından gençlere önemli katkı sağlamış olsa da, ideolojik koşullanma ve şiddet kullanımındaki aşırılıklar belli düşünce ve davranış kalıplarının kitleler nezdinde kabul görmesini mümkün kıldı.

Bu noktada tabii ki devlet yöneticileri ve siyasilerin tavırları da belirleyici rol oynamıştı. Siyasi liderlerin anlık pragmatik kaygılarla hareket etmeleri, sokak ve üniversite çatışmaları karşısında herhangi bir pratik çözüm ve yapıcı söylem üretememeleri bu alanda boşluk doğurmuştu. Hatta zaman zaman yapılan açıklamalar gençleri daha ziyade şiddete teşvik ediyordu. Siyasilerin bu tavrına karşılık askeri kuvvetler ve güvenlik güçlerinin anarşi hadiselerinin engellenmesinde 12 Eylül sonrası gösterdikleri iradeyi 12 Eylül’den önce göstermemeleri ayrı bir soru işareti olarak güncelliğini korumaktadır.
12 Eylül rejiminin sert tedbirleri ve ardından hazırlanan Anayasa askeri kuvvetleri ilk aşamada istenilen sonuca ulaştırdı ve anarşi olayları son buldu, ancak uzun vadede geniş kitleler nezdinde devlet kurumlarına olan güveni algısı ve adalet duygusunu zedeledi. Bu psikolojik kırılma etnik ve mezheb odaklı şiddet örgütlerinin gelişmesine zemin hazırladı. 12 Eylül sonrası uygulamaların toplumsal hafızada canlı tutulması devletin vatandaşla güven ilişkisi kurmasının önünde en büyük engellerden biri haline geldi.
12 Eylül darbesi aynı zamanda ordu içerisindeki siyasete müdahale yanlısı cuntaların canlı kalmasını sağladı. Nitekim 28 Şubat 1997 darbesi ve ardından yaşanan süreç bu yönelimin halen kabul gördüğüne ve siviller arasında da çokça taraftar bulmaya devam ettiğine bir kanıt oldu. Ancak darbeleri düzeni ve rejimi koruma adına gerçekleştirdiğini savunan silahlı kuvvetler her ne kadar uzun süre idarede kalmasa da bu rolünün dışına çıkmış, ihdas ettikleri kurumlar ve yazdıkları anayasalar ile toplumu kontrol edip dönüştürmeyi amaçlamıştır.
Seçmen yönelimlerini incelediğimizde gerek 27 Mayıs gerek 12 Eylül sonrasında halkın kendi doğrularını sandığa yansıtmaya devam ettiğini görebiliriz. Yukarıdan yapılan baskı ve yönlendirmeler siyasi tercihleri fazla etkileyememiş, ancak sandığa yansıyan irade ile siyasi partiler değişime zorlanmıştır. Nitekim 12 Eylül’ün ortadan kaldırmak istediği siyasi hareket ve liderler güçlü bir şekilde geri dönmüş ancak daha sonra doğal süreç neticesinde siyasetteki etkilerini kaybetmişti.
Diğer taraftan, 12 Eylül rejimi 1980 öncesi Türkiye’sinden tamamen farklı bir toplum yapısı inşa etmeyi amaçlamış ve bu dönüşümde kısmen de olsa başarı sağlamıştır. Önceliği ideolojik kaygıları törpülemeye verdiler ve özellikle gençliğin siyasi faaliyetlerden uzak durmasını istediler. Bu doğrultuda alınan sert tedbirler ve cezalar neticesinde 12 Eylül öncesinde faaliyette olan gençlik yapılanmalarından neredeyse hiçbiri etkinlik gösterme fırsatı bulamadı. Spor ve eğlence kültürünün yaygınlaşması teşvik edilirken eğitim öğretim kurumları ve müfredatında ideolojik tavırların gelişmesine derhal müdahale edebilecek mekanizmalar geliştirdiler. Buna ek olarak 1980 sonrası dünya genelinde soğuk savaşın zayıflaması ve neo-liberal uygulamaların ANAP iktidarında Türkiye’de hâkim olması 2000’li yıllara girerken bireysel ve apolitik kaygıları ağır basan bir cemiyet hayatının güçlenmesine kapı araladı. 

KAYNAKÇA

HAKKI ÖZNUR, ÜLKÜCÜ HAREKET (6 CİLT)
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU, BİTMEYEN YOLCULUK
TANEL DEMİREL, ADALET PARTİSİ: İDEOLOJİ VE POLİTİKA
TURAN FEYİZOĞLU, FIRTINALI YILLARDA ÜLKÜCÜ HAREKET
TURHAN FEYİZOĞLU, TÜRKİYE’DE DEVRİMCİ GENÇLİK HAREKETLERİ TARİHİ
ÜMİT CİZRE, AP-ORDU İLİŞKİLERİ
ORAL ÇALIŞLAR, LİDERLER HAPİSHANESİ
MEHMET BARLAS, TURGUT ÖZAL’IN ANILARI

12 EYLÜL BELGESELİ 
HTTPS://WWW.YOUTUBE.COM/WATCH?V=K39ZGTLBDAM&NOREDİRECT=1
http://darbeler.com/2015/05/18/12-eylul-darbesi/


***

25 Mart 2019 Pazartesi

Suriye Kürtleri ve PKK, BÖLÜM 2

Suriye Kürtleri ve PKK, BÖLÜM 2





Ceyhun BOZKURT ,
6. ARAP BAHARI
Türkiye ile Suriye arasındaki işbirliği, Suriye’deki olaylara dek sürmüş, ortak Bakanlar Kurulu toplantıları ve vizesiz geçişlerin sağlanması ile tavan noktasına ulaşmıştır. Ancak 2011 yılının Mart ayında başlayan olaylar, iki ülke ilişkilerini germeye başlamıştır. Türkiye’de AKP Hükümeti, Suriye yönetimini, muhalif güçlere baskı uygulamak ve kendi halkına karşı zor kullanmakla suçlamaktadır. Olaylar sonrasında Türkiye’ye kaçan Suriyelileri de bu söylemine argüman olarak kullanmaktadır. Ancak Türkiye’de, Suriye’deki olayın tedirginlikle yaklaşılmasının en önemli nedeni, bu ülkenin kuzeyindeki Kürt varlığıdır. PKK ve Barzani’nin bölgede etkin olması, Türkiye’de, “Kürt devleti kaygılarını ön plana çıkarmaktadır”. Barzani’nin, Suriye’nin kuzeydoğu bölgesini de ele geçirerek Akdeniz’e açılmayı planladığı yönünde güçlü yorumlar yapılmaktadır. İsrail’e ait olduğu belirtilen Suriye’yi parçalama planına göre, “Halep ve Şam, Kamışlı’dan Akdeniz’e uzanan bölgede ayrı ayrı gruplar halindeki Kürtleri birleştirerek bir Kürt devleti kurulacak. Bu devlet Irak’ın kuzeyiyle bağlantılı olacak ve ileride birleştirilecek. Bu durumda Barzani’nin kuracağı devletin Akdeniz’e uzanması gündeme gelecek. Yani deniz yolu açılacak”tır.[59]
6.1. KUK ve PKK
Suriye’de olaylar başladığında, Suriye’deki Kürtler, gösterilere tam katılım sağlamadı. Kürt gruplar, sık sık bir araya gelerek, kendi aralarında istişarelerde bulundu.
26-27 Ekim 2011 tarihlerinde Kamışlı’da yapılan bir toplantıdan sonra diğer muhalefet örgütleriyle görüşmelerde avantaj sağlamaya ve ulusal bir gündem oluşturmaya yönelik Erbil’de Kürt Ulusal Konseyi (KUK) isimli bir çatı örgüt oluşturulmuştur. Mayıs 2011’de kurulan Kürt Vatansever Hareketi’ne mensup partilerden PYD, Gelecek Hareketi, Aluji’nin KDP’si ve Rekefftin dışındaki tüm partilerin katıldığı toplantıya 100’ü partilerin üyesi, geri kalanı da çeşitli gruplardan temsilciler olmak üzere 257 kişi katılmıştır. Bu konferansta 45 kişiden oluşan bir Yürütme Komitesi seçilmiştir.

Toplantıdan çıkan en önemli talepler şöyledir:
- Suriye’deki kriz sadece otoriter ve totaliter sistemin değişmesi ile mümkündür. Güvenlik devleti yıkılmalı ve yerine demokratik, çoğulcu, parlamenter ve ademi merkeziyetçi bir yapı kurulmalıdır.
- Güvenlik güçleri ve ordu şehirlerden çekilmelidir.
- Kendi tarihsel topraklarında  yaşayan Kürt halkı Suriye’nin sosyal, ulusal ve tarihsel yapısının önemli bir parçasıdır. Bu durum Kürt halkının Suriye ulusunun önemli bir parçası olarak tanınmasını ve Kürtlerin  birleşik bir Suriye  devleti içinde  kendi  kaderini tayin hakkının kabul edilmesiyle demokratik olarak sorunlarının çözümünü gerektirir.
- Din özgürlüğü ve azınlık hakları anayasayla garanti altına alınmalıdır.
- Suriye muhalefetinin bir parçası olarak, Konferans rejimle bireysel diyalogu reddetmektedir. KVK içinde temsil edilen partilerden oluşan geçmişte oluşturulan tüm Kürt Koalisyonları (Siyasi Konsey, Kürt Demokratik Koalisyonu, Koordinasyon Komitesi) dağıtılacaktır.
PYD’nin de içinde bulunduğu bazı gruplar ise bağımsızlık ve özerklik gibi daha ileri talepler dile getirmektedir.[60]
PYD, daha sonra yürütülen görüşmelerde ise KUK’a katılma şartı olarak, kendisinden kopanların kurduğu Suriye Kürt Uzlaşı Partisi (Rekeftin)’nin alınmamasını koşmuştur. Rekeftin, 2012 yılı başında KUK’a kabul edilmiştir.
Mesut Barzani, Suriye’deki Kürtleri kendi kontrolünde tek bir çatı altında toplama yönünde bir adım daha atmıştır. KUK’un, 17-18 Aralık 2011 tarihlerinde Irak’ın Erbil kentinde toplanması planlanan, ancak çeşitli nedenlerle ertelenen toplantı 28-29 Ocak 2012 tarihlerinde Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Erbil’deki en büyük toplantı salonu Saad Abdullah’ta yapılmıştır. Toplantının ilan edilen hedefleri şu şekilde açıklanmıştır:
- Kürt entelektüel ve sivil toplum mensuplarını Suriye Kürtleri’nin sorunları üzerine bir araya
getirmek
- Suriye Kürtlerinin talepleri hakkında ortaj bir yaklaşım geliştirmek
- Esad Rejimi’nin  düşmesinden sonraki olası aşamaları tespit etmek ve oluşabilecek güvenlik açığını kapatarak Kürtleri korumanın yollarını aramak
- Suriye Kürt partilerini tek çatı altında birleştirmek.[61]
 6.2. PYD-KUK işbirliği[62]
Kürtlerin silahlı eylemlere geçişi, 2012 yılının Temmuz ayında başlamıştır. 19 Temmuz 2012 tarihinde Kobani şehrinde Kürt partilerin  yönetimi ele geçirmesi ve sonrasındaki birkaç gün içinde bazı şehir ve kasabaların daha Kürt partilerin (asıl olarak PYD’nin) eline geçmesi Suriye Kürtleri açısından önemli  bir  dönüm noktasıdır. 2004 Kamışlı olaylarından bu yana Suriyeli Kürtlerin en kapsamlı ve stratejik eylemi olarak değerlendirilebilecek bu  gelişmenin öncesinde ise bir yılı aşkın bir süredir Kürt parti ve ittifaklarının beklentileri ve  politikaları çelişkili olmuştur.
Aslında Suriye’de Esad yönetimine karşı gösterilerin başlamasından itibaren Suriyeli Kürtlerin de  gösterilere katıldıkları  görülmektedir. Uzun süre ülke  genelindeki muhalif gösterilerle eş zamanlı ve eş sloganlarla yürütülen Kürt partilerin  yürüttüğü gösteriler sıklıkla şiddet olaylarına sahne olmadığı için dikkat çekmemiştir. Fakat Kürtler  gerek kendi aralarında kurdukları ittifaklar, gerekse çeşitli muhalif hareket  ya da koalisyonların üyesi olarak Suriye muhalefetinin bir parçası olmuşlardır. Bu süreçte yukarıda anlatıldığı üzere çeşitli  koalisyonlar ve oluşumlar kurulmuştur. Ancak ortaya iki temel aktör çıkmıştır: Bu aktörler PYD ve KBY’nin  bir çatı altında topladığı KUK’tur. İki aktör arasındaki ilişkiler uzun süre  çatışma eksenli ilerlemiştir. KUK rejim karşıtı muhalefetin içinde yer alarak tabanının genişletmeye çalışırken PYD Esad yönetimi ile kurduğu ilişkiler aracılığıyla Suriye Kürtleri arasında güçlenmeye çalışmıştır. Zaman zaman iki aktör de birbirlerine karşı ılımlı mesajlar göndermelerine rağmen Haziran 2012 tarihine kadar bu aktörler karşıt saflarda yer almıştır. Bununla birlikte aşağıda aktarılacak nedenler ve olgular çerçevesinde PYD ile KUK ortak hareket etme kararı almıştır. Bu kararın alınması hemen sonuç vermemiş Haziran ayındaki Erbil Anlaşması’nın tam anlamıyla uygulanmaya konulması Temmuz ayını bulmuştur. 12 Temmuz’da yapılan son görüşmeden sonra ise PYD ve KUK oluşturduğu ortaklık 19 Temmuz sürecini başlatmıştır.
19 Temmuz’da Kobani’de başlayarak Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bazı bölgelerin  bu partilerin ortaklığı tarafından kontrol edilmeye başlaması aslında önemli bir stratejik hamledir. Kürtlerin bu son hamlesiyle en önemli hedefi Suriye içinde uzun vadede oluşturmak istedikleri bir Suriye Kürt bölgesinin temellerini atmaktır. Şu ana kadar ne Suriye muhalefeti ne  de rejim Suriye’de bir Kürt bölgesinin varlığını kabul etmemiştir. “Suriye Kürdistan”ı ya da “Batı Kürdistan” olarak adı geçen bölgenin nasıl bir yapıya sahip olabileceği, nereleri kapsayabileceği, nüfusu ve kim tarafından nasıl yönetilebileceği büyük belirsizlikler taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye’deki tartışmalarda  “ ‘Kuzey Suriye’ var mı, yok mu, olabilir mi?” gibi sorular sorulmaktadır. Ancak görülebildiği kadarıyla Kürtler için önemli olan bir bölge kurmanın zorlukları ya da belirsizliklerin nasıl çözümlenebileceğinden ziyade aşağıdaki maddelerde sıralanmış olan önceliklerdir:
1. KUK ile PYD Suriye’de ortak bir hamle yaparak bir Kürt bölgesi oluşturma yolunda önemli  bir girişim  başlatmıştır. Bu durum, Suriye’deki Kürt hareketi üzerinde on yıllardır devam eden Türkiye kaynaklı Kürt hareketleri (PKK) ile Irak kaynaklı Kürt hareketleri (KDP-KYB) arasındaki rekabetin yerini işbirliğine  bırakabileceğinin  bir işaretidir. Geçmişte rekabet üzerine kurulu bir ilişkiden işbirliğine geçen Kürt hareketlerinin bu politikalarının arkasındaki faktörler olarak şunlar ileri sürülebilir:
a. Her iki aktör de Esad Yönetimi’nin gideceğine kesin gözüyle bakmaya başlamıştır. PYD son iki ay içinde bir tavır değişikliğine gitmiş, kademeli olarak Esad ile arasına en azından görünürde  bir mesafe  koymaya  başlamıştır. Benzer bir biçimde uzun süredir Suriye Kürtleri konusunda temkinli adımlar adan KDP de aynı şekilde Esad’ın gideceğine inanınca trenin kaçırılmaması için düğmeye basmıştır.
b. Bugüne değin iki parti arasındaki mücadeleden zararlı çıkan yine bu partiler olmuştur. Tarihsel rekabetin ideolojik, kültürel, siyasi ve uluslararası boyutları bulunmaktadır. Fakat gelinen noktada PKK’nın KDP’den gelecek lojistik ve mali destek olmadan Suriye’de istediği gibi bir yapıya ulaşamayacağını düşündüğü anlaşılabilir. KDP ise kendisine yakın olan siyasi partilerin aslında Suriye içinde güçlerinin son derece zayıf olduğunun farkındadır. Suriye Kürtlerin yaşadığı bölgelerde batıya doğru gittikçe KUK’un içindeki partilerin etkinliği yok denecek kadar azdır. KUK’daki partilerin halihazırda etkinlik kurabildiği az sayıda yerleşim bulunmaktadır. Hatta, Kamışlı dışındaki  bölgelerde  büyük  ölçüde etkinliklerini yitirdikleri görülmektedir. Bu nedenle KDP, Suriye Kürtleri üzerinde PKK ile açık bir güç mücadelesine  girse  dahi mevcut şartlarda kendisine yakın grupları etkin kılabilme şansı yok denecek kadar azdır.
c. KDP, Suriye Kürtleri üzerindeki etkinlik sağlama çabasına uluslararası destek bulabilse dahi KBY sınırları içindeki Kürt partilerin Suriye’deki Kürt partileri ve gelişmeler konusunda tek bir politikası bulunmamaktadır. Örneğin KYB Suriye Kürtleri konusunda çok daha temkinli  bir politika izlerken KBY’deki muhalif partiler de sıklıkla KDP’yi yürüttüğü
politikadan dolayı eleştirmektedir.
d. Şu anda Suriye’deki çatışmalar Esad yönetimine bağlı güçler ile Özgür Suriye Ordusu arasında  gerçekleşmesine rağmen, Kürtler sonunda Suriye’nin etnik ve/veya mezhepsel bir savaşa sürükleneceğine inanıyorlar. Bu tür bir savaşın çıkması halinde gerek mevcut rejimin taraftarları  gerekse iktidara talip olan yeni oluşumlar için Kürtler çok önemli bir müttefik  ya da denge sağlayıcı bir aktör haline geleceklerdir. Yani, Suriye’de Esad’ın devrilmesinden sonra aynı Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra olduğu gibi
Şiilerin Sünnileri Sünnilerin Şiileri  dengelemek için Kürtlere ihtiyacı olacaktır. Bunun için Suriye’de rekabet eden Kürt partiler önceden kendi aralarındaki sorunları en azından kısa süreliğine bir kenara koymaları ve ortak çalışmaları gerektiğini düşünmeye başlamışlardır.
2. PKK ile KDP arasında işbirliğinin başlamış olması aynı zamanda aralarında  bir rekabet olduğu  gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. İki güç arasında bir yandan işbirliği başlamışken diğer yandan mücadele sürmektedir. Kürt grupların kontrol altına aldığı şehirlerde 19 Temmuz’dan beri  yapılan gösterilerde ortak bayraklar açılırken ele geçiren  devlet  dairelerinde sadece PYD flamaları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra kontrol edilen bölgelerde büyük ölçüde PYD’nin sözü geçtiği, yönetimin ortak olması gerekmesine rağmen pratikte buna uyulmadığı görülmektedir. Özellikle bazı şehir ve  kasabaların  kontrol  edilmesinden sonra iki aktör arasındaki gerginlik daha da belirginleşmiştir.  Örneğin KUK, Derik’in kontrolünün ele geçirilmesinden sonra PYD’ye bağlı silahlı güçlerin kentin adliye ve polis merkezini ele geçirdiğini bunun kendilerinden habersiz yapıldığını ileri sürmüştür. Ayrıca Kürtlerin kontrolünde olan bölgelerde PYD bayraklarının ağırlığı ve KUK’un bu konuda geri kalması sonucunda bir tartışma çıkmıştır. Sonuçta bayrak-flama sorununun yarattığı gerginliğin giderilmesi için ortak bir bayrak kabul edilmesi çalışmaları başlatılmıştır. PYD ile KUK (KDP ile PKK) arasındaki güç mücadelesinin devam ettiğinin bir diğer kanıtı da PYD’nin Suriye’de olduğu iddia edilen 2000 civarındaki militanına karşılık bazı kaynaklar bu sayıyı son  dönemde 4-5 bine çıkarmaktadır. KUK’a bağlı partilerin önde gelenleri (hatta mevcut lideri) kendilerinin de silahlanma ihtiyacında olduğunu açıklamıştır. Bütün bunlara ek olarak olayların gelişim sürecinde Mesut Barzani Suriyeli Kürtlerin Kuzey Irak’ta eğitildiğini ve geri gönderilmeye hazır olduğunu ilan etmiştir.
KBY tarafından yapılan açıklamada KBY’de eğitilen Suriye Kürtlerinin Suriye’ye geri dönmesi çabasının Suriye’deki Kürtleri Esad  yönetiminden korumak olduğu ileri sürülmektedir. Fakat KDP’nin bu Kürtleri Suriye rejiminden korumak mı, yoksa PYD’nin silahlı gücü ve tabandaki örgütlenmesi sayesinde sağladığı etkinliğe karşı bir etkinlik kurmak ya da etkinlik kurma çabasında olanlara fiziki destek sağlamayı amaçladığı tartışılır. Barzani’nin gözetiminde Erbil’de  yapılan toplantıya katılan kişilerin bile Suriye’ye döndüklerinde PYD tarafından gözaltına alındığı ve ancak bazı siyasilerin araya girmesiyle serbest bırakıldığı dikkate alındığında KDP ile PKK’nın tam olarak ortak hareket ettiğini söylemek zordur.
Bugün iki aktör arasında bir işbirliği zemini oluşmasına rağmen bu işbirliğinin uzun vadeye yayılması ve derinleşerek devam etmesini zorlaştıran iki temel unsur bulunmaktadır:
Bunlardan  birincisi KDP’nin Irak içindeki konumu ve ikincisi ise iki aktörün  bölgesel ittifaklarıdır. KDP’nin sadece Irak’taki Kürtlerin değil tüm Kürtlerin liderliğine oynadığı bir süredir açıkça görülmektedir. Ancak, son aylarda Irak’ta yaşanan olayların da gösterdiği gibi KDP’nin diğer Kürt partileri belli bir amaca kanalize etme yeteneğinin ve kapasitesinin sınırları bulunmaktadır. Hatta, KDP’nin Irak içinde bile Kürtlere tam olarak hakim olmadığı görülmektedir. Gerek KYB’nin gerekse İslamcı muhalefet ile Gorran’ın KBY içindeki güç dengelerinde ihmal edilemez birer güç olduğu unutulmamalıdır. Son olarak, KDP’nin hem Irak içindeki gücünün  hem  de KBY içindeki ittifakların sınırlarını Maliki  krizinde gördüğü ileri sürülebilir. KDP Maliki’nin düşürülmesi çabalarını KBY’deki iç  politik değerlendirmelerin  dışında Kürtlerin ortak bir sorunu olarak resmetse ve Irak’taki Kürt davasının bir parçası olduğunu ileri sürse de sonuç Kürtlerin ortak çıkarları ve mücadelesi jargonunun Bağdat’ta işe yaramadığının görülmesi olmuştur. Bağdat’ta ne Gorran ne de KYB, KDP ile birlikte hareket etmiştir. Bugün Kürtlerin ortak davası söyleminin KDP tarafından Suriye olayında kullanıldığı görülmektedir. Fakat tüm Iraklı Kürt siyasi partiler Suriye Kürtlerine yönelik KBY’nin politikasına söylemsel destek vermelerine rağmen pratikte tüm partilerin aynı şekilde davranmadığı gözlenmektedir.
KDP-PKK işbirliğinin derinleşerek devam etmesini engelleyecek diğer unsur ise her iki
aktörün de dış güçlerle ilişkileri/ittifaklarıdır. KDP’nin Türkiye ile ilişkileri ve Türkiye’nin PKK konusundaki hassasiyeti KDP-PKK ilişkisini sınırlamaktadır. Son birkaç  yıl içinde Iraklı Kürtler (özellikle KDP) ile Türkiye arasında gelişen yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler her iki taraf için de kolaylıkla bir kenara atılamayacak kadar önemli hale gelmiştir.  Özellikle son dönemde Irak merkezi hükümeti ile yaşadığı siyasi sorunlara bir de petrol anlaşmalarından kaynaklanan sorunların eklenmesi KBY için son derece stratejik bir gelişmenin önünü açmıştır. KBY’nin Irak merkezi hükümetinden bağımsız imzaladığı petrol anlaşmaları çerçevesinde çıkartmış olduğu petrolü doğrudan Türkiye’ye göndermesi Kürtler için son dönemdeki en önemli stratejik kazanım olarak görülebilir. Birkaç yıldır Bağdat’tan alması gereken payın çok altında gelir elde ettiğini ileri süren KBY için Türkiye ile doğrudan ticarette elde ettiği paranın miktarından ziyade petrolü Irak merkezi hükümetinden bağımsız  bir gelir  kaynağına çevirmenin ilk adımı olması açısından önemlidir. Bu durum Kürtler için nihai stratejik hedef olan bağımsız devletin ilan edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin her geçen gün artan enerji ihtiyaçlarını petrol ve doğal gaz açısından bir fırsat olarak gördüğü KBY’den sağlaması son derece önemlidir. Fakat Türkiye ve KBY’nin karşılıklı olarak doğrudan petrol satışı üzerindeki  fırsat-maliyet dengesi analizi yapıldığında KBY için çok daha vazgeçilmez olduğu görülmektedir.
PYD’nin politikaları ve kazançları
Bugün Suriyeli Kürtler arasında, süreçten en kazançlı çıkan grup olarak gözüken PYD, Türk kamuoyunda da gündemin ilk sıralarına yerleşti. Bu durum, PYD’nin Esad yönetimiyle olan ilişkisi sonucunda ortaya çıkan kısa süreli gelişmelerin sonucu değildir. PYD’nin izlediği yol kabaca şu başlıklar altında toplanabilir:
1. PYD pragmatik davranarak güç kazanmıştır. Bir  yandan Esad yönetimiyle arayı  bozmayan PYD onun tarafından  desteklenmiş ya da bazı konularda önü açılmıştır. Örneğin Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde okul, kültür merkezi vs. gibi kurumların açılmasını PYD üstlenmiş ve kendi lehine bir faktöre çevirmiştir. PKK ile Suriye rejimi arasındaki tarihsel ilişkiler ve Türkiye Suriye ilişkilerinin bozulması sonucunda Şam PYD’nin Suriye Kürtleri arasında etkinlik sağlamasını  kolaylaştırmıştır. Örneğin Suriye’de olaylar başladıktan bir süre sonra Suriye hükümeti 640 PYD’liyi  hapishaneden serbest  bırakmıştır.
Buna  karşılık, PYD, rejimi  devirmek isteyen muhaliflerle ortak hareket etmemiş, tersine Esad yönetimine açıkça muhalefet eden Suriyeli Kürtleri sindirme sürecinde önemli bir aktör olmuştur. Esad yönetimi ile PYD arasındaki ilişkiler bugün ne tamamen bozulmuştur ne de stratejik bir ittifaktır. Esad için PYD muhaliflerin üstelenebileceği  yeni alanlar oluşmasını engellemenin araçlarından  birisi olarak görülmektedir. Suriye  yönetimi ile PKK arasında geçmişten gelen iyi ilişkiler bugünkü ilişkinin temeli olabilir. Fakat muhtemelen Esad  yönetiminin PYD’yi muhatap seçmesinin nedeni, bu örgütün sınırlılıklarıdır. PYD hem ideolojisi itibarıyla  (yani demokratik özerklik ya da Kürtlere tanınmasını talep ettiği siyasi haklar) diğer Arap muhalefetten büyük tepki görmekte hem de Türkiye nedeniyle uluslararası destek alması çok güçtür. Yani, Esad Yönetimi, bugün PYD’nin kontrolünde ve kendisine karşı yeni saldırıların planlanıp yürütülmediği Kürt  bölgelerini, muhalefetin veya Barzani’nin kontrolünde gelecekte kendisine daha fazla sorun  yaratacak bölgelere tercih etmektedir. Şu anda Esad için Suriye’de kurtarılmış Kürt bölgelerinin olması bu bölgeler muhalefete hizmet etmediği sürece çok önemli değildir.
2. PYD örgütlenmesini  geliştirmiştir. Diğer Kürt örgütleri birbirleriyle rekabet edip liderlik mücadelesine girişmiştir. Bunun yanı sıra hangi Suriyeli muhalif grup içinde yer alınması gerektiğine ilişkin birbirleriyle mücadele ederken PYD tabandaki gücünü artırmıştır. Bunun için KUK içinde rekabet eden  partilerin birbirlerine karşı zaaflarını kullanmıştır.Ayrıca aşamalı olarak bulunduğu bölgelerde tam hakimiyet kurmaya başlamıştır. Okul, vs.gibi çeşitli  kurumları üstlenmiş, seçimlerde yer almıştır. Rejimin sağladığı ya da kendisinin elde ettiği silahlarla silahlı birlikler oluşturmuştur. Ayrıca Suriyeli Kürtlerden PKK mensubu olanların  silahlı mücadele tecrübesinden yararlanarak güçlenmiştir. Eylül ayından itibaren Irak’taki bazı PKKlıların kademeli olarak Suriye’ye geldiği bilinmektedir. Bunların varlığı örgütlülüğü ve silahlı  gücü diğer partilerin hareket sahasını kısıtlamıştır. Son olarak diğer partilerin söylemsel belirsizliğine karşılık PYD’nin “ne istediğini bilmesi” geçmişte PYD’ye destek vermeyen bazı Kürtler için PYD’yi çözüm merkezi haline getirmiştir.
3. PYD, diğer Kürt partilerinin izlediği politikalardaki zayıflıklardan yararlandı. KUK diğer Suriyeli muhalif hareketlerle ilişkisini oturtamazken PYD temelde iki söylem üzerinde durdu. Birincisi, “Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Türkiye’nin bir aracıdır” bu nedenle Kürtlerin varlığını tanımak bile istememektedir. Hatta Kürtlerin haklarını tanımak bir yana ezmek istedikleri bile ileri sürülmüştür. KUK’un ise bu süreçte SUK ile ilişkiye girme çabası ve  bu çabaların  başarısızlıkla sonuçlanması PYD’nin eline koz vermiştir. SUK toplantılarında KUK’un ya da ona bağlı partilerin bireysel olarak başarısızlıkları PYD’yi güçlendirmiştir. Arap muhaliflerin Kürtlere tepki göstermesi, hatta SUK Başkanı Burhan Galyun’un “Suriye Kürdistan”ı  yoktur ifadesi Suriye’de milliyetçi bilinci ciddi bir yükselişte olan Kürtler arasında KUK ve SUK’a mesafeli duran PYD’nin destek bulmasını  kolaylaştırdı. PYD’nin  kullandığı ikinci söylem ise asıl düşmanın Türkiye olduğudur. Bu söylemde Esad zaten zayıflamış ve gidici olarak tasvir edilmekte, bu nedenle bundan sonra ondan Kürtlere yönelik büyük bir tehlike gelmeyeceği ileri sürülmüştür. PYD’ye göre Türkiye hem  kendi Kürtlerine hem  de  diğer ülkelerdeki Kürtlere karşı  geliştirmiş olduğu politikalarla asıl tehlikedir. Suriye Kürtleri arasında Türkiye karşıtı damarı kullanmak çok etkili olmuştur.
4. PYD, KDP’yi ancak istediği kadarıyla sürecin içinde tutmaya çalışmıştır. Örneğin peşmergelerin varlığı ya da Erbil’de eğitim almış Suriyeli Kürtlerin geri  dönüşü  konusunda PYD çok temkinli hareket etmiştir. Bir  yandan ortada ortak bir Kürt hareketi kurulduğu ve bunun Kürt  davası için  büyük bir işbirliği olduğu  yorumu  bulunmasına rağmen öte yandan yukarıda ele alındığı gibi her iki aktör de birbirinin niyet ve politikalarından şüphe duymaya  devam etmektedir. Özetle, KDP ya da Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY)’ni Suriyeli Kürtler arasında ya da uluslararası alanda bir meşrulaşma aracı olarak gören PYD, şu ana kadar ancak ihtiyacı olduğu durum ve zamanlarda KBY’ye başvurmuştur.
5. Suriye’de olaylar  başladığı  dönemden itibaren Türkiye’de PKK’nın öne sürdüğü proje olan demokratik özerkliği söylemde ve pratikte uygulamaya koymaya çalışmıştır. Bunun için öncelikle Kürtler arasındaki  yapılanmasını güçlendirmeye girişmiştir.
6. PYD’nin stratejisinin en önemli  boyutlarından birisi kendisine bağlı silahlı gruplardır. “Halk Koruma Komiteleri” adı altında faaliyet gösteren  bu silahlı güçler iki amaca  hizmet etmiştir. Bir yandan Kürt yerleşim birimlerinden gönderilen Esad’a bağlı siyasilerin yerine “devlet” görevi üstlenirken diğer yandan 19 Temmuz’dan itibaren elde edilen kazanımları korumaya yaramıştır. PYD, 19 Temmuz’da Afrin’de oluşturduğu tugay büyüklüğündeki silahlı gücüne, 5 Ekim’de duyurusunu yaptığı Kamışlı’daki tugayını da eklemiştir.[63]
SONUÇ
Kürtlerin Suriye’de ezildiği yönündeki propaganda, Suriye’de hakim güç olan Nusayriler dışındaki etnik ve dinsel unsurların da aynı sıkıntıları çektiği gerçeği karşısında çürümektedir. Suriye yönetiminin Kürtler’e bir nebze de olsa farklı yaklaşmasının nedeni, Türkiye, Irak ve İran’daki Kürt hareketliliği ve Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölünme tehlikesidir. Beşar Esad dönemiyle birlikte çok sayıda Türkmen’den, özellikle Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkilerin artmasıyla birlikte, Türkmenlere bakış açısının da değiştiğini ve baskının azaldığını çok sayıda görüşmemde dinledim. Ancak olayların Suriye’ye sıçramasıyla birlikte, Türkmenlerin geçmişteki sıkıntıları yeniden yaşama korkusu ortaya çıktı. Kürtler ise silahlı örgütlenmeleri nedeniyle fırsatı değerlendirme politikası izlemektedir.
Suriye’de etnik olarak nüfus yüzdesine göre, önemli bir yer tutan Kürtler, bugünlerde son derece hareketli günlerden geçmektedir. 1920’li yıllardan bu yana ilk kez Suriye’de bu kadar önemli bir güç haline gelmeleri, gerek PKK ve Suriye kolu PYD’yi, gerekse Barzani yönetiminin iştahını kabartmaktadır.
PYD’nin Suriye’deki pragmatist tutumu, son olarak eşbaşkanları Salih Müslim’in Stocklohm’de yaptığı açıklamayla daha net anlaşılmaktadır. Müslim, katıldığı bir toplantıda, Suriye yönetimini Kürtleri ezmekle suçlayarak, “Kürtler Suriye Devriminin bir parçasıdır” dedi.[64] Türkiye’de Kandil ile PYD arasında Suriye’ye bakışta farklılıklar var değerlendirmelerine rağmen, PKK’nın ana hedefleri düşünüldüğünde, PYD’nin Beşar Esad yönetimi ile er ya da geç karşı karşıya geleceği kaçınılmazdır. Suriye’de “Demokratik Özerklik” söylemini ön plana çıkaran PYD ile PKK’yı, geçmişte olduğu gibi bir dış politika aracı olarak kullanmak isteyen Suriye yönetimi arasında gerilimin artacağı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü PYD, PKK’nın da dile getirdiği gibi önce Türkiye, İran, Suriye ve Irak’taki bölgelerde oluşturulacak konfederatif yapıyı ve sonrasında da bağımsızlığı savunmaktadır.
 KAYNAKÇA;
[1] Walker’ın açıklamaları, Anadolu Ajansı tarafından 29 Ocak 2011 tarihinde servise kondu. Bu açıklama aynı gün, gazetelerin internet sitelerinde yayınlandı.
[2] Wall Street Journal, Interview With Syrian President Bashar al-Assad, 31 Ocak 2011
[3] “Ankara: Diplomasi kapısını sonuna kadar açık tuttuk”, Akşam Gazetesi, 19 Mayıs 2012
[4] “İç Savaş Konusunda Korkutucu ve Derin Endişelerim Var”, Habertürk Gazetesi, 9 Mayıs 2012
[5] “Kürtler Kobani'den sonra Afrin'de de yönetime el koydu”, Fırat Haber Ajansı, 20 Temmuz 2012
[6] “Suriye'de Kürt Hareketleri”, ORSAM Raporu, Rapor No: 127, Ağustos 2012, s. 15
[7] Pierre Rondot, “Les Kurdes de Syrie”, La France Mediterraneenne et Africaine, Cilt 2, Fasikül 1 (1939), aktaran Emir Hasanpur, “Kürdistan’da Milliyetçilik ve Din: 1918–1985”, çeviren İbrahim Bingöl ve Cemil Gündoğan Avesta, İstanbul, 2005), s. 238.
[8] M. S. Lazarev, “Emperyalizm ve Kürt Sorunu”, Öz-Ge Yayınları, Rusça’dan çeviren: Mehmet Demir, 1989, s. 230.
[9] Bu sayının yaklaşık 22 bin olduğu ileri sürülmektedir. Bkz. Erol Kurubaş, “Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye”, Cilt 1, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2004, s.164.
[10] Ayşe Hür, “Suriye Kürtlerinin Hali Nicedir”, Taraf Gazetesi, 19 Haziran 2011
[11] Abdi Noyan Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, Uluslar arası Stratejik Araştırmalar Merkezi Raporu, http://www.usak.org.tr/
[12] Moshe Maoz, “Esad: Şam’ın Sfenksi”, çeviren Hakan Gündüz Akademi Yayınları, İstanbul, 1991, s. 99–100.
[13] Hama’daki olaylarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Maoz, “Esad: Şam’ın Sfenksi”, s. 252.
[14] Mustafa Nazdar, “The Kurds in Syria”, Gerard Chailand (der.) içinde, People Without A Country: The Kurds and Kurdistan, İngilizce’ye çev. Michael Pallis (Londra: Zed Press, 1980), s.217.
[15] Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, agy.
[16] Gerard Chailand, “The Kurdish Tragedy”, İngilizce’ye çev. Philip Black (Londra ve New Jersey: Zed Books, 1994), s. 87.
[17] Chailand, “The Kurdish Tragedy”, s. 87.
[18] Rafet Ballı, “Kürt Dosyası”, Cem Yayınevi, Üçüncü Basım, Ocak 1992, s. 553.
[19] “Suriye'deki Kürt Hareketleri”, ORSAM Raporu, s. 18.
[20] Uzun yıllar Molla Mustafa Barzani’nin yanında bulunan ve ağırlıklı olarak dış politikasını yöneten Celal Talabani de, Irak’ta ikinci Kürt gücü olacak olan Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni 1975 yılında Suriye’de kurmuştur. 1975 yılında İran ve Irak arasında imzalanan Cezayir Anlaşması sonrasında Barzani güçlerinin ağır yenilgi almasını fırsat bilen Celal Talabani, Irak ordusunun KDP’yi ezmesinin ardından Irak’tan kaçan Kürtleri kendi himayesinde toparlamaya çalıştı. Talabani karargah olarak Suriye’nin başkenti Şam’ı seçmişti. Ayrıntılı bilgi için bkz. Hakkı Öznur, “Cahşların Savaşı-Kuzey Irak Kürt Hareketi ve Musul-Kerkük Meselesi”, Altınküre Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 2003, s. 457
[21] “Şam 2004: PKK’ya 5 Kurşun”, Hürriyet Gazetesi, 5 Aralık 2004
[22] Prof. Dr. Ümit Özdağ, “Türkiye'de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve PKK”, Üç Ok Yayınları, Ankara, 2005, s.7
[23] Ümit Özdağ, “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi’, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 34.
[24] Doğu Perinçek, “Türkiye Solu ve PKK”, Teori Dergisi, Ağustos 2011
[25] David Kushner, “Turkish-Syrian Relations: An Update”, Modern Syria: From Ottoman Rule to Pivotal Role in The Middle East, M. Maoz ve d. (der.) içinde (Brighton ve Portland: Sussex Academic Press, 1999), s. 233-4.
[26] Robert Olson, “Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya  ile İlişkileri: 1979-2001”, İngilizce’den çeviren Süleyman Elik, Orient Yayınları, Ankara, 2005, s. XV
[27] Aslında Esad’ın, Hatay meselesini hatırlatmak için kullandığı tek terör örgütü PKK olmamıştır. Suriye istihbaratı, Esad’ın talimatıyla 1989 yılında ‘İskenderun Kurtuluş Örgütü’nü kurmuş ve Hatay’da eylemler düzenlemek için Türk vatandaşı olan 1.500-2.000 kadar Nusayri’yi eğitmiştir. Ancak Türk güvenlik ve istihbarat birimleri, örgütü yakın takibe almıştır. 1990’ların başında örgüte karşı düzenlenen etkili operasyonlar sonucu örgüt ciddi darbe almış ve Türkiye’ye bir tehdit oluşturamamıştır. Emre Özkan ve Murat Soğangöz, “Syria and Turkey: Warming Relations”,  Journal of  Turkish Weekly, 13 Mart 2006, http://www. turkishweekly.net/ news.php?id= 27721, erişim: 24 Temmuz 2006, aktaran Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, agy
[28] Özdağ, “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi”, s. 207.
[29] Erdem Erciyes, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri”, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.105.
[30] Özcan, “PKK (Kürdistan İşçi Partisi) Tarihi, İdeolojisi ve Yöndemi”, s. 251.
[31] Özdağ, “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi”, s. 207.
[32] A. Cem Ersever, “Kürtler, PKK ve A. Öcalan”, KİYAP Yayın, Ankara, 1993, s. 91-92.
[33] Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, agy.
[34] Özdağ, “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi”, s. 35.
[35] Nihat Ali Özcan, “PKK (Kürdistan İşçi Partisi) Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi”, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 79.
[36] Turan Yavuz, “ABD’nin Kürt Kartı”, Milliyet Yayınları, Birinci Basım, Nisan 1993, s.102
[37] Kushner, “Turkish-Syrian Relations: An Update”, s. 236-7.
[38] “Sezgin: Bellerini Kırdık”, Milliyet Gazetesi, 19 Nisan 1992
[39] “Orgeneral Ateş Suriye’yi Uyardı”, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Eylül 1998
[40] “Türkiye, PKK’yı Barındırmakla Suçladığı Suriye’ye Sert Çıktı-‘Diplomasi Dışına Çıkarız’”, Cumhuriyet Gazetesi, 2 Ekim 1998
[41] Özdağ, “Türkiye, Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi”, s. 209.
[42] Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, agy
[43] Arslan Tekin, “Son İsyan-Güneydoğu’daki Kirli Savaşın Hikayesi”, Elips Kitap, İkinci Baskı Temmuz 2005, s. 388.
[44] Gary C. Gambill, ‘The Kurdish Reawakening in Syria’, Middle East Intelligence Bulletin, Cilt 6, Sayı 4, (Nisan 2004); Aktaran Özkaya, “Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları”, agy
[45] Harita için bkz. “Parçalama Planı”, Cumhuriyet Gazetesi, 7 Temmuz 2006
[46] ABD’nin PKK ve Kürtçü örgütlenmelere desteği için bkz. Ceyhun Bozkurt, “Mission Kurdistan-ABD-PKK İlişkilerinin Stratejik Analizi (1978-2012)”, Kripto Kitaplar, Ocak 2012
[47] Banu Eligür, “Are Former Enemies Becoming Allies? Turkey’s Changing Relations with Syria, Iran, and Israel Since the 2003 Iraqi War”, Brandeis University Crown Center for Middle East Studies, No. 9 (August 2006), ss.2-3
[48] “Suriye’de Maç Sonrası Kürt-Arap Savaşı”, Hürriyet, 14 Mart 2004
[49] Sami Moubayed,  “US Designs on Syria’s  Kurds”,  Asia Times Online, 9 Nisan 2005, http://www.atimes.com/atimes/Middle_East/GD09Ak01.html
[50] “Suriye'deki Kürt İsyanı Bölgeyi Gerdi”, Radikal Gazetesi, 15 Mart 2004
[51] Mehmet Yılmaz, “Pandora’nın Kutusu Açılıyor”, Aksiyon Dergisi, 22 mart 2004
[52] “Suriye Sınırlarındaki Mayınlar Temizlenecek”, Hürriyet Gazetesi, 22 Mart 2004
[53] Soner Çagaptay-Nazlı Gençsoy, “Improving Turkish-Russian Relations: Turkey’s New Foreign Policy and Its Implications fort he United States”, Washington Institute for Near East Policy, January 12, 2005
[54] “Kürtler Hem İsyanda Hem Pazarlıkta”, Radikal Gazetesi, 18 Mart 2006,
[55] Yrd. Doç. Dr. Veysel Ayhan, “Türkiye Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Kasım 2009
[56] “ABD: Suriye’ye Bastırın”,  Radikal Gazetesi, 15.03.2005
[57] İsmail Küçükkaya, “Suriye Lideri Esad: Açılım Bizi de Etkiler”, Akşam Gazetesi, 15 Eylül 2009
[58] Murat Yetkin, “Genelkurmay Başkanı: Suriye olumlu, Irak'ta gelişme var”, Radikal Gazetesi, 23 Eylül 2009
[59] “Peşmergeye Deniz Yolu Açma Planı”, Yeniçağ Gazetesi, 26 Mart 2012
[60] “Dr. Abbas: Syria’s Kurds Must Go With One Voice”, Kurd Media, 27 Mayıs 2006
[61] “Suriye'de Kürt Hareketleri”, ORSAM Raporu, s. 28
[62] “Suriye'de Kürt Hareketleri”, ORSAM Raporu, s. 29-33.
[63] 6 Ekim tarihli gazeteler
[64] “Suriye Devrimi’nin Parçasıyız”, Fırat Haber Ajansı, 4 Ekim 2012


***