4 Şubat 2017 Cumartesi

Siyaset... Demokrasi: Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi - Ali Tartanoğlu

 
 
Siyaset... Demokrasi: Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi
 
 
 
 
Ali Tartanoğlu
Pazartesi, Temmuz 11, 2011
 
 
 
Siyaset... Demokrasi:Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi - Ali Tartanoğlu
 
Sağ olasın Bülent Arınç!... Sayende çok önemli bir terbiyesizlikten kurtulup, o terbiyesizliği yapmadan meramımızı anlatabililir olduk Anayasa, madde 68, ikinci fıkra:...
Bu hüküm, 1961'den bu yana bütün anayasalarda var. Demek ki siyaset ve demokrasi birbirini tamamlıyor. Muş... Siyasi partiler olmadan, yani «siyaset» yapılmadan demokrasi olmuyor. Muş...
 
Anayasalar da, zaten bu nedenle sadece birer hukuki metin değil, aynı zamanda, hatta daha fazla siyasi metindir; yine bu nedenledir ki en diktatör rejimlerin bile bir anayasası vardır.
 
Biz de söze aynı nedenle, Anayasaya atıfta bulunarak başladık. Çünkü anayasalar çok daha ağırlıklı olarak siyasi metinler olarak algılanır. «Demokrasi» denince, bunun için önce anayasalara bakılır. Çünkü «demokrasi», tek başına hukuki değil, siyasi bir terimdir. Sadece, demokrasinin unsurları, yani demokrasinin demokrasiliği, ne kadar demokrasi olduğu, ne kadar olmadığı, başta anayasa olmak üzere yasalar dahil hukuki metinlere bakılarak değerlendirilir. Zaten sadece anayasalar değil bütün yasalar, anayasalara ve yasalara uygun olarak oluşturulan tüzük, yönetmelik gibi tüm hukuk metinleri aslında birer siyasi metindir, çünkü belli görüş ve ideolojiye sahip, esas olarak belli bir kesimin çıkarlarını diğer kesimlerin çıkarlarından daha üstün gören belli bir siyasi kadro tarafından çıkarılırlar.
 
Bir başka ifadeyle hukuk, başta Uğur Mumcu olmak üzere pek çok düşünürün, hukuk bilimcisinin, siyaset bilimcinin de ifade ettiği üzere, egemen yapıyı koruyan, meşrulaştıran bir üstü yapı kurumudur. Bu koruma, kollama, meşrulaştırmanın kendisi siyasi bir eylemdir ama, kullandığı temel araç hukuktur.
 
Şöyle toparlamak mümkün: Yasalar, anayasalar, bunları yaratarak hukuk denilen kavram ve kurumu oluşturan parlamentolar, bunları oluşturan siyasi partiler, bunların hukuk yaratma yolu olan siyaset eyleminin, uğraşının kendisi, hep aynı amaca hizmet eder: Belli bir sistemin egemen güçlerinin, egemen anlayışının, egemenlerinin korunup kollanması ve meşrulaştırılması...
Bu koruyup kollama ve meşrulaştırma eylemine ve sürecine polis güçleri, ordular da dahildir. Bu koruyup kollama eylem ve süreci, polis güçleri ve ordular aracılığıyla gerekirse meşruluk dışına çıkarak da devam ettirilir.
Kapitalist sistem, kapitalistlerin çıkar ve yararlarını koruyacak ve meşrulaştıracak hukuk yaratır; sosyalist-komünist sistem, tam bunun karşısında «emek"in», «proletarya» nın hak ve yararlarını kapitalistler karşısında korumak için bir umut olarak öngörülmüştü.
Hatırlanırsa, eski Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142'inci maddeleri «bir sınıfın öteki sınıflar üzerinde tahakkümünü öngören» örgüt kurmayı veya bu tahakkümün propagandasını yapmayı, yani bu yönde yazıp çizmeyi yasaklardı. Dikkat edilirse bu hükümlerde sınıf adı belirtilmez, yani «işçi sınıfının sermaye sınıfı üzerinde...» veya «sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerinde» tahakkümünden söz edilmezdi.
Ama buna rağmen, bu maddeler, çok beyin acıtıcı biçimde sanki «işçi sınıfı sermaye sınıfı üzerinde tahakküm» uyguluyormuş, uygulamak istiyormuş gibi hep işçi sınıfı örgütlerine, işçi sınıfından yana olan örgütlere ve hep işçi sınıfının haklarını savunanlara karşı uygulanır; sermaye sınıfına hiç uygulanmazdı.
Bu maddeler zaman içinde Ceza Yasa'sından çıkarıldı; ama egemenler hep sermaye sınıfı ve onun üniformalı üniformasız kurşun askerleri olduğu için yine hep sermaye sınıfı kayrıldı, işçi sınıfı ezildi. Bilinen polis yöntemleriyle değilse bile proleterlikten çıkarılıp işsizleştirilerek, lumpenleştirilerek, kömür ve bulgurla yetinmeye razı tevekkül köleleri haline getirilerek...
 
Öte yandan, Demirel, Erbakan, Erdoğan gibi, söz konusu egemen yapıların sivil-siyasi baş-askerleri, kendileriyle en küçük çatışmalarında, gerekirse TÜSİAD'ıyla, TOBB'siyle sermayenin örgütlerine bile «siyasete bulaşmayın, siyaset yapmayın; yapacaksanız doğrudan siyasete soyunun» fırçası çekebildiler. Bu da Türk kapitalizminin Batı kapitalizminden, Türk demokrasisinin Batı demokrasisinden farkı idi. Batı'daki efendilerine çok güvenen Türk sivil-siyasi başefendiler zaman zaman kendilerini kaybedip çıkarlarının ücretli kapı bekçisi oldukları sınıflara bile, amiyane tabirle «dayılanabiliyor"lardı.
Şimdiki, şu andaki manzaraya bi» bakalım.
MÜSİAD zaten öyleydi; TÜSİAD, TOBB da Erdoğan'ın kölesi haline gelmiş. Üniversite öyle... Yargı öyle... Basın öyle... Bürokrasi öyle... Aydınlar öyle... Hele hele ORDU öyle!...
Erdoğan bununla da yetinmiyor... Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği'nden futbol takımlarına kadar, hatta yasama organı denilen, ayrı olması gerektiği, birbirini denetlemesi gerektiği savunulan güçlerden Meclis'e, yani demokrasinin olmazsa olmazı olduğu ileri sürülen muhalefet partilerine kadar toplumun bütün kurumlarını; hatta hatta neredeyse tek tek tüm bireyleri düşman mevzilerini ele geçirircesine fethetmeye uğraşıyor; bu amaçla durmaksızın saldırılar düzenliyor.
 
Ve bırakın kurumları, istisnasız tüm bireylerin afyon yutmuşçasına, ipnotize olmuşçasına, fareli köyün kavalcısı gibi, uyuşmuş vaziyette peşinden gelmesini, önünde secdeye varmasını istiyor. Buna da ileri demokrasi diyor!!..
Herkesin Erdoğan gibi düşünüp davranması, hiç kimsenin Erdoğan'dan başka türlü düşünüp davranamaması nasıl demokrasi olabilir ki, bir de ileri demokrasi olsun??!!!...
 
İçinde bulunduğu, mensubu olduğu, başına geçmek için her türlü şaibeli yolu, muhalefetin de yardımıyla uyguladığı toplumu, düşman kalesi gibi her zerresiyle her hücresiyle ele geçirme mantığının son tezahürü BDP'nin meclise gelmeme, CHP'nin yemin etmeme hadisesi.
Memleketin yavşak matbuatı arkasındaki gerçek hukuk ve demokrasi boyutunu inat ve ısrarla görmezden gelip, yine inat ve ısrarla «yemin krizi» diye niteliyor. Bunun, dünyanın bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin, yine aynı yalaka ve alçak matbuat ve akademiya camiasınca «kapitalizmin krizi» olarak değil, «mali piyasaların krizi», «finans krizi» olarak nitelenmesinden farkı yok.
Öyle olsun.
 
Olsun da... % 50'ye tekabül eden 21 milyon oy, parlamentoda 327 sandalye kazanmışsın. «Meclis bal gibi çalışır»,«tükürdüklerini yalayacaklar», «kendi düşen ağlamaz» demişsin... Yani çok rahat görünüyorsun.
Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse onlar kaybedermiş!...
 
Sana ne?!... Sen CHP ile BDP'yi bu kadar mı seviyorsun?!..
 
Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse sen ne kaybedersin? Veya ne kazanırsın?.. Milletvekili sayın artmaz. Muhalefetin milletvekili sayısı zaten tutuklu milletvekilleri kadar daha baştan azalmış durumda. Yarın herhangi bir oylamada CHP iki, MHP bir, BDP 6 eksikle oy verecek. Hepsini toplasan, yine seninkinden 100 kadar eksik. Yani anayasa değişikliği dışında her istediğini yapabilirsin. MHP'yi kafalarsan, onu d yapabilirsin.
O zaman bırak onlar tükürdüklerini yalasın sen de «bal gibi» çalış!!!... 5 gün devamsızlıktan düşür vekilliklerini, MHP'yle kardeş kardeş çalış, kafana göre takıl!!!... İşte ne güzel ana muhalefetsiz, küçük fakat dişli en küçük muhalefetsiz meclis, dikensiz gül bahçesi...
 
Öyleyse neden muhalefeti Meclise gelmeye, yemin etmeye zorluyorsun?
Zorluyorum, çünkü anayasayı, başkanlık sistemine doğru, yani diktatörlüğe doğru değiştireceğim. Öcalan'ı affedemesem bile İmralı'dan ev hapsine yollayacağım. Belki affettirip siyasete girmesini bile sağlayacağım. Federasyon mederasyon oluşturacağım. Daha neler neler yapacağım. Belki Suriye'yle savaşacağım. Belki Ortadoğu'da daha geniş kapsamlı bir savaş için ülke topraklarını saldırganların hizmetine açacağım. Bunları hukuken tek başına da yapabilirim. Ama o zaman siyaseten ve sosyolojik olarak bunların altında kalır, ezilirim. Ayrıca Batı'daki ağabeylerim de «tek başına yapma» diyor.
Erdoğan, bütün bunlar ortadayken, yani böylesine amansız bir kuşatma içindeyken, bir de kendisine karşı çıkılması halinde delleniyor. «Bana nasıl karşı çıkarsınız, diklenirsiniz, protesto edersiniz» haleti ruhiyesi içinde. Zaten kişisel karakteri oldum olası böyle...
Bu hengamede, işin hukuki boyutu, insani, vicdani boyutu da yandı gülüm keten helva vaziyetinde. Kimse 3 yıldır süren tutuklulukların hukuksuzluğunu tartışmıyor. Kimse «ulan deliller eksik idiyse nasıl iddianame hazırlayıp dava açtın» demiyor. Kimse «üç yıldır nasıl delil toplamayı tamamlayamazsın? Delil toplaman daha ne kadar sürecek» demiyor.
 
Bu noktada gelelim muhalefete...
Önce BDP...
 
İdeolojilerini, niyetlerini benimsememiz, desteklememiz kesinlikle mümkün değil. Ama Hatip Dicle dahil tüm tutuklu milletvekillerine yapılan uygulamanın tam bir adilik olduğunu da kabul ederiz. Parlamentoya kayıt bile yaptırmamalarını dik bir duruş olarak kabul ederiz.
Ama tüm bu kargaşanın ortasında, legal temsilcisi haline getirildikleri PKK'nın ülkenin her yerinde durmadan insan öldürmesinden nefret etmeMEmiz mümkün değil.
 
Daha önemlisi ise, kendilerinin, yani BDP'lilerin de, lidere kayıtsız şartsız biat kültürünün somutlaşmış hali olan AKP'den hiç farklarının olmayışı. AKP'liler Erdoğan'ı, cemaat mensupları Fethullah'ı din gerekçesiyle neredeyse Tanrı mesabesine çıkarıyor. Veya Peygamberleştiriyor.
 
Peki siz Öcalan'ı nasıl görüyorsunuz? Sizin için de Öcalan mı Peygamber?.. Nasıl oluyor bu? Siz Marksist değil miydiniz?..
 
Önce ne güzel direnirken, İmralı'dan gelen talimat üzerine nasıl bu kadar gevşiyorsunuz? Siz de mi, silaha külaha rağmen sistemin bir parçası oldunuz?
 
Tüh!!!..
Gelelim CHP'ye...
 
 
Bu noktayı önceden öngörememek büyük bir hata, hatta gaflet!.. Öngörüp gerekli hazırlıkları yapmamış olmak işin tuzu biberi... Hele «eyvah milletvekilliğimiz düşecek, maaş alamayacağız» kaygısı tam bir paçozluk, pespayelik... Baykal'ın «yemin etmezsek AKP ara seçim değil erken seçime bile gidebilir. Gidip de dönmemek var... Kendi sözümüzün esiri olmayalım» söylemi ise, fazla söze ne hacet, tam bir «Baykal» lık!..
 
Bütün bunlara rağmen, madem yemin etmeme diye bir tavır geliştirildi, bu tavır sonuna kadar götürülmeli idi. Evet, gerekirse 135 – 2 = 133 milletvekilinin gidip evinde oturması, vekillik öncesi işi gücü ile uğraşır hale gelmesi pahasına...
Efendim ülke krize girermiş... Girerse girsin!.. AKP düşünsün!... Ülkenin krize girmesi bu kadar önemliyse, siz yemin edeceğinize AKP milletvekillerinin tutuksuz yargılanmasını bir şekilde sağlayarak önlesin krizi!..
 
Efendim yargıçlara telefon mu edecekmiş?!!.. Et efendim!.. Yapmadığınız şey mi!!!.. Erzincan-Erzurum'da İsmailağa cemaatine soruşturma açıldığında, bugün mıymıntı CHP'nin bile «kurtarıcı melek» olarak gördüğü Meclis Başkanı, o günün Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve o günün Ceza İşleri Genel Müdürü veya Yardımcısı soruşturmayı başlatan Başsavcı İlhan Cihaner'e «yerel seçim arifesinde bu cemaate dokunma» diye apaçık telefon etmemişler miydi? O İlhan Cihaner bu gün CHP sıralarında mücessem bir şekilde oturmuyor mu?
 
Görünen o ki, CHP, bu eylemin asıl amacı olan haksız, vicdansız, akıl dışı olara tutuklu bulunan milletvekillerinin serbest bırakılması, tutuksuz yargılanmaları sağlanmadan, AKP'nin iki kuru lafı üzerine yemin edecek...
 
AKP'ye, Erdoğan'a nasıl güveniyorsunuz?...
Nasıl güvenirsiniz?..
 
Ayrıca AKP'nin sizi yemine zorlamakta asıl amacının «ben bir takım kirli işler yapacağım, ama bunu tek başına yapmak istemiyorum. Yaparsam tek kirli ben olacağım. Siz temiz kalacaksınız. O zaman da ben çok zorlanacağım. Sizin de benim kadar kirlenmenizi istiyorum» olduğu apaçık ortada değil mi?
Siz AKP'ye değil, bu kez asıl AKP size, hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar muhtaç. Bunu niye anlamıyor, anlayıp da «önce sen milletvekillerimizi bırak» diye direnmek yerine, niye siz gidip önce yemin ediyorsunuz?
Siz sistem değiştirmiş partiydiniz. Şimdi değiştirdiğiniz sisteme mi teslim oluyorsunuz?
 
Öyleyse başlığa döneriz: Siyaset ve demokrasi = şeyini şey ettiğimin şeyi!!!.
 
 
 
...
 
 

Döve Döve Demokrasi

 

Döve Döve Demokrasi 
 
 

Ali Tartanoğlu,
19 Ekim 2012 Cuma,
 
 
 
Zamanenin siyasal, sosyolojik, sanatsal, felsefi, ulusal, evrensel, ideolojik modası «demokrasi...»

Bir şeyin «Moda» laşması, o şeyin enflasyonu demek. Biraz da değersizleşmesi, ayağa düşmesi demek...

 Klasik liberal iktisat teorisi de, neo liberal iktisat da, hayatın kendisi de aynı şeyi söyler: Hangisi olursa olsun, para dahil bütün mallar, ne kadar çoğalırsa, ne kadar ihtiyaçtan, ne kadar tüketilebilecek, değerlendirilebilecek olandan fazla ise o malın enflasyonu var demektir ve paraysa değeri, yani satın alma gücü, başka bir mal ise fiyatı düşer. Değersizleşir. Hatta her şey normal olsa bile, kar hırsı yüzünden, daha da çok kazanma körleşmesi yüzünden mallar saklanır, yakılır, denize dökülür. Az olsun, hiç değilse az görünsün ki, kıymetli olsun.
 Aslında bu durum, bütün toplumlar için, yüksek yerlerde durmasında, ayağa, dile düşmemesinde, her dakika ortalarda dolaştırılmamasında, kırmızı çizgi hatta kutsal sayılmasında çok büyük yarar olan, olması gereken hemen tüm kurumlar, hatta üst yapı kurumları için de geçerli. Ordu, üniversite-bilim, yargı, yasama... Devlet... Din, namus, bayrak, dürüstlük, yurtseverlik, hukuk, ahlak, milli irade, insan hakları, demokrasi...

 Bu kurum ve kavramlar ne kadar çok kullanılıyorsa o kadar «dile düşmüş», değer kaybetmiştir. Sürekli namustan söz ediliyorsa biraz namus sorunu vardır. Sürekli ahlaktan, bayraktan, dinden, imandan, yahut demokrasiden söz ediliyorsa ahlakta, dinde, bayrakta, demokraside bir sorun var demektir. Ahlak, namus, din, bayrak, demokrasi değer kaybediyor, ayağa, en azından «dile düşüyor» demektir. Daha açığı, bu kavramları bu kadar sık kullananların bu kavramlara saygılarında bir defo var, ahlaklarından, dinlerinden, namuslarından, demokratlıklarından endişeleri var demektir. Namuslu adam neden sürekli «ben çok namusluyum» deme gereği duysun?!... Gerçekten namuslu adam, vıdı vıdı namusluyum diyip durmaz; namuslu «OLUR», namuslu DAVRANIR o kadar
İşin acı tarafı, bütün bu değerleri ayağa düşürenlerin bunu yaparken, sanki onları kutsallaştırıyormuş gibi görünmeleri... Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bu kurum ve kavramları kültleştiriyorlar, bir yarı din, hatta tam din olarak dayatıyorlar. Hakikaten öyle olsa endişeye mahal olmaz. Ama öyle değil. Geniş kitlelere yahut kendilerinden farklı düşünenlere, düşünebilecek olanlara karşı kültleştirdikleri, dinleştirdikleri kurum ve değerleri, asıl kendileri çiğneyip eziyorlar. Ahlakı, namusu, kendi ahlaksızlıklarını, namussuzluklarını peçelemek için çok kullanıyorlar. Çünkü kendileri çok ahlaksız, çok namussuz... Dini çok dile getiriyorlar, sürekli «din» diyip duruyorlar, belki pratiğe de çok yansıtıyorlar; ama Müslümanlıkları çok tartışmalı... «Aptesli Müslümanlar» dedirtecek kadar...
 Bayrağı, orduyu, kendi vatan satıcılıklarını, bayrak, ordu düşmanlıklarını gizlemek için de milliyetçiliği dillerinden düşürmüyorlar.
 Bunun en çarpıcı örneği, günümüzde «demokrasi» ... Bakın dünyaya... Demokrasi adına, güya demokrasi uğruna neler oluyor... Ne kanlar dökülüyor, ne acılar çekiliyor. Ama tam tersine vahşet, baskı, terör, tek seslilik, acımasızlık, haksızlık, kötülük, kan, korku, dehşet artıyor sürekli...
 Geçmişin düşmanı komünizmdi. Hedef sosyalist-komünist, hatta az da olsa sola kayması muhtemel bütün ülkelerdi; slogan da «hür dünya, serbest piyasa» idi. Topla tüfekle değil, ama her türlü hileyle, kışkırtmayla, psikolojik harple Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıtıldı. Doğal kaynakları dışında hemen hiçbir şey üret(e)meyen, hemen hepsinin başında diktatörlerin bulunduğu, demokrasi ile alakası bulunmayan kaç tane devletçik çıktı ortaya...
 Yugoslavya parçalandı, parçaları da parçalandı; halkı çok kanlı bir şekilde birbirine kırdırıldı. Çekoslovakya ikiye bölündü. Romanya'nın devlet başkanı kendi halkına kurşuna dizdirildi. Gürcistan bölündü. Ukrayna, Beyaz Rusya'nın, Estonya'nın başı dertten kurtulmuyor. Doğu Almanya yok.
 Gürcistan'ın, Ermenistan'ın, Osetya'nın, Çeçenistan'ın, Tataristan'ın, Azerbaycan'ın, Kazakistan'ın, Kırgızistan'ın, Özbekistan'ın, Tacikistan'ın, Moğolistan'ın, Macaristan'ın, Bulgaristan'ın, Polonya'nın, Slovakya'nın, Çekya'nın, Hırvatistan'ın, Sırbistan'ın, Bosna'nın, Makedonya'nın, Kosova'nın, Karadağ'ın, Moldovya'nın, Estonya'nın, Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın bir kısmı Avrupa Birliği'ne, NATO'ya alındı; hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil!!!...

 Ama emperyalizme kafa tutmuyorlar ya... Artık demokrat olmuşlardır, dünyaya hükümran olduklarını sananlarca... Kan ve can vererek, acılar çekerek, toplu kıyımlara uğrayıp, toplu mezarlara gömülerek, kadınları tecavüze uğrayarak, Sırp-Hırvat-Boşnak karı koca, baba oğul dahi birbirini ihbar eder hale gelerek, yani düpedüz dövüle dövüle, zorla sözüm ona «hür dünya» ya katılmış, demokrat olmuşlardır ama hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil. Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı emperyalizmi, demokrasi adı altında sömürmek ve köleler yaratmak için döverken, birbirine kırdırır, bombalarla bölerken Ortodoks Hıristiyanlara bile en küçük bir imtiyaz tanımadı.
Pakistan'ın, Afganistan'ın hali malum... Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı bu iki ülkede tam anlamıyla yere çakılmış ama bu iki ülke de içler acısı, kan revan... İlkel, çaresiz iki bataklık... Emperyalizm bütün küstahlığına rağmen oralara demokrasi götürdük, götürüyoruz diyemedi, diyemiyor.
 Bengaldeş... Var mı yok mu belli değil. Amerika ve Avrupa, Bengaldeş'e demokrasi götürmeye bile tenezzül etmiyor, artık öldüre öldüre dövmüyor da.
 Endonezya, Malezya, şeriat diktatoryası altında olsalar da, vaktiyle yüz binlerce can vererek yeterince dövüldükleri için, emperyalizm artık demokrasi götürmeye ihtiyaç duymuyor. Filipinler, Amerika'ya hep itaat ettiği için hep Markos demokrasisi idi; Amerika'dan beyzbol (demokrasi diye okunur) sopası da yemedi.
 Vietnam... İç durumu nedir bilmiyoruz ama, vaktiyle Amerika'ya çektiği hayranlık uyandıran, Amerika'nın bile unutamadığı falaka sayesinde Libya, Suriye vb. muamelesi görmüyor. Umarız görmeyecek de...
 Çin, emperyalizmin demokrasi değilse bile sömürü dayağını yeterince yemişti. Şimdi emperyalizmin hem çaresiz umudu, hem korkulu rüyası, hem de en büyük düşmanlarından biri...

 Japonya, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi sayılsa da, üzerinde hala Amerikan beyzbol sopasının gölgesi var.

 Rusya malum... 1989/91 arasında olan oldu zaten. Yine de artık Amerika'nın istediği gibi demokrat değil. Ama Libya, Suriye misali demokrasi köteği çekmeye Amerika'nın cesareti de gücü de yok. Olsa olsa yine sinsi sinsi, kalleş kalleş, alttan alta bir şeyler yapar.
 Katolik Hıristiyan Güney Amerika, kan, can, çok büyük acılar, sömürü bedeliyle 20'inci yüzyıl sonuna kadar aynı dayağı yemişti. Bir kısmı hala yiyor. Ama onlar, sosyalist değilse bile, baya ciddi sol, daha da önemlisi antiemperyalist politikalarla sıralarını savmış; Amerika, bilmediğimiz kötücül entrikaları yoksa, onlara karşı pes etmiş görünüyor.
 Zavallı Afrika... Emperyalizmin iki yüz yıldır, demokrasinin lafını bile etmeden alabildiğine sömürerek, köleleştirerek dövdüğü bir kıta. Hala dayak yiyor. Ama yine demokrasiden söz eden yok. Yani demokratlaştırılmak üzere değil, bitmek tükenmek bilmez sömürü hırsı uğruna dayak yiyor. Emperyalizm Rodezya'da, Somali'de, Sudan'da yüz binlerce insanın öldüğü son derece vahşi, kanlı iç savaşlar çıkarırken bu hırsını «demokrasi götürmek» diye gizlemeye bile gerek duymadı.
Kenya'nın Atatürk'ü diyebileceğimiz Kenyatta'nın sözleriyle, emperyalizm 20'inci yüz yılın başında medeniyet getirdik diye ellerinde İncil'le gelip, Afrikalılara gözlerini kapattırarak Hıristiyan duaları öğretmiş, Afrikalılar gözlerini açtığında, topraklarının emperyalistlerin kaptığını, kendi ellerinde ise sadece İncil'in kaldığını görmüşlerdi.

 Sömürgecilik vahşetinin en vahşi biçimde yaşandığı iki yüzyıl içinde köle olarak satılmak üzere Amerika'ya götürülürken ölen-öldürülen Afrikalıların sayısı, Sovyet kaynaklarına göre 200, Batı kaynaklarına göre bile 50 milyon. Elde kalan İncil'in somut anlam ve sonucu bu!!... Tek fark, o zaman demokrasi götürmek yerine medeniyet götürmek denilmesinden ibaret.

 Afrika'nın kuzeyi biraz farklı idi... Fas, Tunus, Libya, Cezayir, Mısır, emperyalizme yine damardan bağlı idiler. Ama 2000 öncesinde Cezayir'de yaşanan fanatik İslam vahşeti dışında kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı. Bir de Libya, Batı Berlin'de bombalanan bir diskotekte bir Amerikan vatandaşının ölmesi üzerine Amerikan uçaklarınca bombalanmış, Kaddafi'nin evlatlık kızı ölmüştü.
 Bunların dışında Batı emperyalizmi, bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana demokratik biçimdi yönetilmeyen bu ülkelerin hiçbirine döve döve demokrasi götürmeye kalkmamıştı 2010'a kadar.
 Döve döve demokratlaştırma Afganistan'da zaten devam ediyordu. Büyük şeytan «Komünist SSCB» nin işgaline uğrayan ülke, Amerika'nın «şefkatli» (!) kucağında yetiştirilmiş bilumum İslamcı terör örgütleri aracılığıyla «komünist» işgalden kurtarıldı. Ama bu defa aynı terör örgütlerinin eline düştü. Amerika Afganistan'ı şimdi de Taliban'dan kurtarmak için uğraşıyor, demokrasi fısıltısı ile... Ama Afgan halkı yine dayak yemeye devam ediyor.
 Amerika kırk yıllık adamı, kışkırtmalarıyla İran'a saldırmasını sağladığı ve kırk yıldır demokrasiyle filan alakası olmadığını pek ala bildiği Saddam Hüseyin Irak'ını da birden demokratlaştırmayı akıl etti. Kitle imha silahı var diye başlattığı işgali, bu silahları bulamayınca Irak'ı demokratikleştirmeye dönüştürdü. Kadim adamı Saddam Hüseyin'i demokrat değil diye, Çavuşesku gibi yine kendi halkına astırdı; bir buçuk milyon Irak'lıyı öldürdü, birbirlerine öldürttü, ülkeyi böldü, halkı böldü... Ama Irak hala mutlu, müreffeh ve en önemlisi demokrat değil.

 Kuzey'de bir Kürt devletçiği yarattı. Kendiliğinden, Tanrının lutfuyla seçimsiz meçimsiz başa geçmiş kaba saba bir aşiret reisi tarafından yönetiliyor. Ama Amerika, Irak'ın Kuzeyi'ne demokrasi götürmekten söz etmiyor.
 Dört başı mamur aşiret ağası şeyhler ve saire tarafından yönetilen Suudi Arabistan'a, Katar'a, Bahreyn'e, Umman'a, Kuveyt'e demokrasi götürmekten de söz etmiyor Amerika.

 Amerika İran'ı demokratlaştırmaktan da söz etmiyor. Oysa orası da bir Şii şeriat diktatörlüğü... Seçim meçim işin masal tarafı. Ama Amerika İran'dan sadece uslu durup kendisine kafa tutmamasını ve bir de İsrail'i korkutmamasını istiyor. Irak'la İran'ı, demokratikleştirmek için değil, yine ABD olarak kendisi değil ama birbirine dövdürtmüştü.

 Ama Tunus'u, Libya'yı, Mısır'ı şu veya bu ölçüde döve döve sözde demokratlaştırdı. Üç ülkede de iktidara demokrasi ile hiç alakaları olamayacak şeriatçı faşist İslamcılar geldi. Böylece üçü de demokrat(!) olmuş oldular.
 Amerika'nın kafası şimdilerde Suriye'ye takılı. İlle orayı da demokratlaştıracak.
 Nasıl?
İktidarı kendisine sadık olacağını sandığı Müslüman Kardeşlere, Selefilere, El Kaidecilere devretmek üzere... Durmadan kan akıyor Şam'da, Halep'te. Amerika yine perde gerisinde; Türkiye'ye karargah lık yaptırıyor. Silahlar ve katiller Türkiye'den girip çıkıyor Suriye'ye. Hesabı Suudi Arabistan'la Katar ödüyor. Yani yine Suriyeliyi Suriyeliye, Müslüman'ı Müslüman'a kırdırtıyor. Kendisinin artık mecali, takati, parası kalmadı. Rusya'dan korkuyor. Havadan bombalamaya bile yanaşamıyor...

 Ve Türkiye...

 Aslında bütün bu ülkelerin arasında «demokratlaştırılmak» (!) için en uzun süredir en çok dayak yiyen, birbirine dövdürtülen ülke Türkiye. En az elli yıldır... Darbeler, sağ-sol çatıştırmaları, Alevi kıyımları, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş kıyımları, Ermeni saldırıları, Kıbrıs ve nihayet PKK terörü... En az 40 bin kayıp... Irak dışında dayak yiyenlerin hiçbirinin bu kadar kaybı yok.
 Kaç öldük, kaç öldürüldük? Kaç öldürdük birbirimizi? Ne kadar kaynak harcadık? Kalkınmamız ne kadar geri kaldı? Yahut kısaca ne kadar dayak yedik?
 Eskiden, ülkenin gençleri birbirini kırar, emek zahmet yetişmiş, yetiştirilmiş aydınları keklik gibi birer birer düşürülürken, darbe dönemlerinde binlerce kişi hapislerde, işkencelerde çürür, idam edilir, sokak ortasında sırtından vurulur, kahvelerde taranırken ve darbeci askerlere, faşist katillere kimse «demokrasi» demezken, şimdi darbe yapmamış askerler, yazarlar, gazeteciler, profesörler, polisler, daktilo memureleri dahil hepimiz bu kez «demokrasi» sopasıyla dayak yiyoruz. Birileri bizi zorla, hapis mapus, ölüm zulum, kan revan demokrat ediveriyor.

 Hukuk tarümar...

«Olsun, demokrasi var ya...» diyor içeriden dışarıdan sayısız sırtlan.
 Eğitim, sağlık darmadağınık...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor sırtlanlar.
 Tek kişi, kendi istediklerini kanun haline getirip, koca bir toplumu zorla dönüştürüyor.
«Hayır. Yanılıyorsun. Yapılanların hepsi demokrasi...» diyor sırtlanlar.
 PKK terörü diyorsunuz... O bile hak, özgürlük, demokrasi mücadelesi imiş!..
Yani dayak yiye yiye, öldüre öldüre, yoksullaştıra yoksullaştıra demokrat ediveriyorlar bizi. Hayrına... Pek severler ya Türkleri... Kürtleri...
 Demokrasi memokrasi lafı güzaf. Irak, Libya, Mısır, Tunus, demokrat mı şimdi? Mübarek'in yerine Müslüman kardeşleri getirdiniz. Adamlar parlamentoya, kadın öldükten sonra ilk altı saat içinde eşi ölüyle cinsel ilişki kurabilmeli diye kanun teklifi verdiler. Saddam'ı astınız. Yerine gelen Şiiler ülkeyi bir anda türbana bürüyüp İran'a çevirdiler. Tunus'ta Müslüman-cılar iktidar oldu. Libya'nın ne halt olduğu bile belli değil. Amerikalı diplomatlar göstere göstere, ayin yaparak öldürüldü. Esad'ın yerine ondan daha demokrat diye Selefileri getirmek istiyorsunuz.

 Zeynel Abidin, Kaddafi, Mübarek, Saddam, Esad hiç değilse laikti. Hiç kan dökülmüyordu bu ülkelerde; hele din uğruna hiç dökülmüyordu. Videoya kaydede kaydede kafa kesilmiyordu. Şii, Sünni birbirini boğazlamıyordu. Afganistan'da Babrak Karmal'ın yerine getirdiğiniz Karzai'yi kendiniz bile adam yerine koymuyorsunuz. Çünkü ülke hala Taliban'ın kontrolünde... Karzai, hatta NATO güçleri Kabil'in dışına kafasını uzatamıyor.
 Maksat demokrasi filan değil; kendi içinde ne kadar karanlık ve kara olursa olsun, dışarıda Amerika ve Batı emperyalizmine kaynak yapmış krallar, şeyhler, başkanlar ve saire...

 Ama yine anlaşılamıyor.

 Birincisi... Maksat gerçekten demokrasi ise 30 yıldır Kaddafi'ye, Abidin'e, Mübarek'e niye tık çıkmamıştı? Şimdi Suudi Arabistan'a niye ses çıkmıyor? Geç mi uyandınız, şimdi mi aklınıza geldi?
 Niye öldürerek, bombalayarak, bir an evvel demokrasi(!)? Öldürerek, öldürterek alel acele demokrasi olur mu? Demokrasi döve döve, öldüre öldüre mi getirilir? Maksat gerçekten demokrasi ise, 30, 40, 50 yıldır sesinizi çıkarmadığınız adamları, halkları 30, 40, 50 yıldır adam gibi konuşa konuşa, eğite eğite, ikna ede ede, göstere göstere, demokrat yapamaz mıydınız? Madem bu kadar zamanınız vardı, öldürmeden, yakıp, yıkmadan, insanları, ülkeleri, ulusları, dinleri, mezhepleri, konu komşuyu birbirine düşman etmeden medeni bir şekilde (madem siz medenisiniz biz yabaniyiz!..) eğiterek, ikna ederek demokrasi olmuyor mu?

 30, 40, 50 yıl bu Kaddafi, Abidin, Mübarek, Esad yine diktatördü. Hiç kılınız kıpırdamadı; sadece size sadakatlerine baktınız. Şimdi ne oldu, hangi treni kaçırıyorsunuz?

İkincisi... Eğer tarihte bir kez dürüst olup «yahu sen bakma bizim medeniyet, demokrasi geveleyip durduğumuza. Biz sömürmek istiyoruz. Yatırım mekanı olarak, pazar olarak sömürmek istiyoruz; o ülkelerin kaynaklarını, petrolünü, altınını, başka madenlerini, suyunu, kedisini köpeğini, çiçeğini böceğini, tarihini ve saire sömürmek istiyoruz. Ama bunun için de ne yönetenlerin ne de halkların «yeter artık» dememesi lazım. İşte bunun için...» diyecekseniz...
 Kaddafi'yi kendi halkına öldürtmeden önce Libya'yı, Saddam'ı kendi halkına astırtmadan önce Irak'ı sömürmüyor muydunuz? Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam size ne zaman «hayır!..» dedi? Libyalılar, Tunuslular, Mısırlılar, Iraklılar ne zaman «emperyalist taleplere hayır demedi» diye, ulusal çıkarları korumadı diye Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam'a karşı ayaklandı?

Adam gibi iş yapıp, ben senin petrolünü daha ucuza almak, kendi mallarımı sana daha çok ve daha pahalıya satmak istiyorum dedin de buna bile hayır mı dediler? Sen petrolü bedava alıp, kendi malların karşılığında bütün ülkeyi sırtlayıp götürmek mi istiyordun?

 Bu olamayacağına göre... İlle de öldürme, linç etme, parçalama vahşiliği niye?
 Sömürmek içinse sömürü zaten vardı.

Demokrasi diye değil; çok açık.

 Türkiye'de 60 yıldır sol yok ediliyor, emek, emekçi, çalışan eziliyor. Bunların ses çıkarmaması için ne gerekiyorsa, doğa belgesellerinde aslanın karacayı yakalayıp parçalaması gibi vahşice yapıldı. Ortada solun, sendikanın neredeyse esamisi kalmadı; var olanları «negligible» .

Eeee?

 Namık Kemal'in dizeleri bile ne kadar saf, nahif kalıyor:
 Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
 Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten
 (Ne kadar büyüleyici imişsin ey güzel yüzlü demokrasi-özgürlük / Kölelikten kurtulduk gerçi, ama bu kez de senin aşkının esiri olduk...)
 
 
 
 
..

Arapçasız ama İngilizceli İmam hatip kolejleri?

 
 
 
 
Arapçasız ama İngilizceli İmam hatip kolejleri?
 

Ali Tartanoğlu12, KASIM 2013  SALI,

Recep Tayyip Erdoğan, imam hatip mezunu. 60-70'lerde imam hatipler "Arapça'nın koleji" sanılırdı
Erdoğan, Libya'dan gelen güya kahraman(!) katilleri hastanede ziyaret ettiğinde tercüman kullandı.
Son Fas, Cezayir, Tunus gezisinde adı Emine olan Tunuslu bir kızla eşini tanıştırırken de el işaretleriyle, tarzanca konuşabiliyordu çaresizce. Yaralı katile «nasılsın, iyi misin, geçmiş olsun» diyecek kadar dahi Arapça bilmiyor anlaşılan. Bu sadece Erdoğan'ın futbolcu haylaz talebeliğinden mi kaynaklanıyor? 4&4&4 yasası tartışmaları sırasında, Kuran ve Arapça dersleriyle ilgili olarak zamanın Milli Eğitim Bakanı Ömer Çelik, bu derslerde yalnızca Kuran ayet ve surelerinin okunmasının öğretileceğini, ezberletileceğini, bir dil olarak Arapça öğretilmeyeceğini açıkça söylemişti. İmam hatiplerin ilk resmi ve açık amacı aydın din adamı, imam yetiştirmekti. Bu imamlar halkı medrese mollalarının hurafelerinden kurtaracaktı. 1946'dan sonra halka özellikle benimsetilen amaç, çocuklarının dinini diyanetini bilmesi, dahası dinini diyanetini bilen doktor, mühendis vb. olması idi. «Aydın din adamı» yetiştirme (ki bu da tartışmalı!..), milleti Osmanlının akıl dışı hurafelerinden kurtarma amacı Atatürk'ten sonra buharlaştırıldı. Dinini iyi bilen mühendis, doktor, avukat öğretmen yetiştirme palavrası ise adı üstünde palavraydı. Gizli amaç, oy avcılığıydı. Siyasetçi, halkın nasıl kandırılmak istediğini biliyor; halk da kanmak istediği gibi kandırıldığı için, karşılığı olan oyu veriyordu. Özellikle 1960'ların ikinci yarısından sonra ise oy avcılığına ek olarak düzene, sisteme hele Amerika'ya, emperyalizme karşı çıkmayacak, asla solcu olmayacak, mührü ve koltuğu elinde tutana tapan, itaatkar, ne verilirse razı olan bir koyun sürüsü yaratmak bir devlet politikası oldu. Bu da ancak laik olmayan eğitimle mümkündü. Bir başka ifadeyle İmam Hatipler, gerici, şeriatçı İslamcılar tarafından değil, İsmet İnönü CHP'sinden itibaren anti sosyalist, sağcı Kemalist (Atatürkçü değil) siyasetçiler tarafından, Ordu'nun da ciddi desteğiyle anti sol, itaatkar insan tipi yaratacak bir devlet politikası olarak geliştirildi. Siyaset sahnesinde Erbakan ve onun Milli Nizam Partisinin peyda olduğu 1969, 1970'te bu politika çoktan meyve vermişti; Erbakan bu meyvelerden biriydi. Demokrat Parti daha kurulur kurulmaz din sömürüsüne el atmış, bu sayede ilk katıldığı 1946 seçimlerinde 80 kadar sandalye kazanmıştı. CHP de bundan korktu, buna öykündü, bugün ceremesini çektiğimiz birçok belanın temeline ilk çimentoyu attı. Tekke ve zaviyeleri açtı, imam hatipleri gündeme aldı, okullara din dersi koydu. Bunların temel amacı «Madem DP «din» dedikçe oy alıyor; biz de diyelim, oyları biz alalım...» idi. CHP, 1950'den sonra DP'nin ezanı yeniden Arapçalaştırmacasına, yeni imam hatiplere, Köy Enstitülerinin kapatılmasına ses çıkarmazken, DP oy adına bilumum şeriatçı akımlarla, Ticanilerle, Kemal Pilavoğlular, Saidi Nursilerle kanka oldu. Ve en tuhafı, ordu, MİT, hükümet, siyaset dahil tüm devlet teşkilatı birden bire korkutucu birer Amerikanofil ve anti komünist oldular. Gerekçesi, SSCB'nin Türkiye'yi işgal edebileceğiydi. Amerika da Türkiye'ye kredi ve hibe şeklinde para yardımı yapmaya başladı. Türkiye NATO'ya alındı, IMF'ye, Dünya Bankasına alındı; Avrupa Konseyine alındı; Amerika'yla gizli-açık ekonomik, askeri ve siyasi anlaşmalar imzaladı. Bütün bunların karşılığı ise Halk Evlerinin, Köy Enstitülerinin kapatılması, toprak reformundan vazgeçilmesi, ekonomide devletçiliğe son verilmesi, ülke ekonomisinin, siyasetinin-yönetiminin, ordusunun, topraklarının, madenlerinin, hatta insanlarının beyinlerinin, hayatlarının, sonuna kadar Amerika'ya açılması oldu. E tabi bir de çok partili sisteme geçilmesi... Ancak Amerika'yla bunca yoğun ilişki için gerekli sayıda, nitelikte, yeterince İngilizce bilen yetişmiş eleman neredeyse «yok»tu. Amerika sever, «emperyalizm», hele «anti emperyalizm» demeyecek, ülke çıkarları demeyecek, hem de iyi İngilizce bilen kadrolar yetiştirmek için 1955'ten itibaren, yedi yıllık ve yatılı İstanbul Kadıköy, İzmir Bornova, Eskişehir, Konya, Samsun, Diyarbakır Maarif Kolejleri ile ODTÜ, Ege ve Erzurum Atatürk Üniversiteleri kuruldu Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu okullar, iktidarın istediği Amerika sever, emperyalizme karşı çıkmayan değil, tam tersine çok iyi İngilizce bildiği için bu dilde yayınları gazetesinden edebiyatına kadar takip edebilen, dünyaya geniş pencereden bakabilen, solcu olmasa da modern, yurtsever, laik, Cumhuriyet'e, devrimlere, Atatürk'e saygılı genç kentsoylular, küçük burjuvalar mezun etti. Çünkü bu okullar laikti. Bu hesap tutmayınca, egemenlerin aklına, imam hatip okulları geldi. Ama Arapçayı hiç düşünmeyip İngilizceyi ise hiç akıllarından çıkarmadan... Zaman içinde yabancı dil olarak Arapça değil İngilizce öğreten ama laik olmayan, Amerika sever, en azından asla Amerika düşmanı olmayan insanlar imal edecek imam hatipler üretildi. Milli Şef İsmet İnönü CHP'si döneminde de, Demokrat Parti iktidarında da din dersleri, imam hatipler esas olarak oy temelliydi; bir toplum mühendisliği, bir devlet politikası söz konusu değildi.
 
Doymuyor Faşist İslamcı...
 
Ama 60'lara gelince manzara değişti:
 
«... Türkiye nüfusunun yüzde 42'si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. ... bu gençleri yetiştiren öğretmenler Amerika'ya karşı oldukları taktirde, yarının kuşaklarının Amerika'ndan nefret edeceği tabiidir. Onun için çok geç olmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır.»
 
Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'in, The New York Times ve International Herald Tribüne gazeteleri ile yaptığı görüşmedeki sözleriydi bunlar. Görüşmenin çevirisi, 13 Ağustos 1968 tarihli Cumhuriyet'te yayınlandı. Hemen hemen aynı tarihlerde, bu kez genelkurmay başkanlığından layık olmadığı halde bu makama zıplayıveren dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Demirel'in sözlerini, yani çözüm yolunun ne olduğunu çok net bir ifadeyle açıkladı.
« Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz » (Işık Kansu, Cumhuriyet, 14.11.2009)
 
 1968'den 20 yıl sonra 1987'de Demirel hiç değişmemişti. Eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanı aday adaylarından Süleyman Demirel, Nurcuların yayın organı «Köprü» dergisinin Mart sayısında, bakın ne inciler diziyor: - 1924 Anayasası'nda «Türk devletinin dini İslam'dır» dediğine göre, 1923'te ... Atatürk'ün kurduğu devlet laik devlet değil; İslam devletidir. (...) Tevhidi Tedrisat Kanunu, tek başına bir muta (boyun eğilen) değildir. Eğer din eğitimini dışında bırakan bir Tevhidi Tedrisat kanunu varsa orta yerde, doğru olmayan o zaten... Tevhidi Tedrisat Kanunu'na ters düşüyor diye, din eğitiminden vaz mı geçilecek? Şayet Kuran kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur.» (Uğur Mumcu, Köprüyü Geçen, Cumhuriyet, 14 Haziran 1987)

 Görüldüğü üzere, ister Necmettin Erbakan'ın siyasi İslam'ın sahibi aslisi olarak ortaya çıktığı, Milli Nizam Partisini kurduğu, Konya'dan milletvekili seçildiği 1960'ların sonları, ister AKP'nin iktidar, Erdoğan'ın başbakan olduğu 2000'lerin başları esas alınsın, siyasi İslamcılar bu noktaya tamamen kendi çabalarıyla gelmiş değil. Kendi çabaları yüzde 20'yi geçmez. Gerisi, askeriyle siviliyle, içerisiyle dışarısıyla, sermayesiyle entelijansiyasıyla tamamen kendi dışlarındaki güçlerin teşviki, desteği. Başarı ve iktidar koltuğu onlara adeta gümüş tepside ikram edildi; hatta tepsiyi tutan eller Atatürk'ün ordusundaki 12 Eylül generallerinin, önemli ölçüde de Atatürk'ün partisinin İnönülerinin, Ecevitlerinin, Baykallarınındı. Fetullah Gülen sadece ilkokul mezunu. Erbakan laik «lycee» ve kökü Osmanlı'nın derinliklerine dayanmasına rağmen laik İTÜ mezunu. Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi... Hukukçu Adnan Menderes de, İTÜ'lü mühendis Demirel ve Özal da, Harbiyeli asker Türkeş de, Mülkiyeli Yılmaz da, Boğaziçili Tansu da ciddi antikomünistti, bu yolda sığınacak yerin Amerika olduğuna hepsi iman etmişti. Ama hiçbiri yeterince iyi, sadık Amerika-Batı çocuğu, isteseler de olamadı. Çünkü hiçbiri imam hatipli değildi; Türkiye'yi İslam Cumhuriyeti haline getirmek amacında olmadılar. Dine sadece oy aracı olarak baktılar; siyasetin kendisi olarak değil. Amerika'ya da «biz sana bağlı oluruz. Kapitalizme bağlı oluruz. Sosyalizmi, hele komünizmi asla sevmeyiz. Ahaliyi bu yönde eğitiriz.
 
  Dini hem Antikomünist olarak, hem Oy Avcılığı için kullanırız. Ama Müslüman Kardeşler, El Kaide olmayız... Sen bilirsin...» demişlerdi bir bakıma...
 
  Aslında Tayyip Erdoğan'ın temel özelliği de, imam hatipli, şeriatçı olması, ama tam da şeriatçı olduğu için çok iyi antikomünist, çok iyi Amerika sever olması. İmam hatipli-şeriatçı olunca kendisinden öncekileri çok geride bıraktı, o kadar. Bugün SSCB yok. Sosyalist Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Polonya, Doğu Almanya vb yok. Çin kapitalist sosyalist... Rusya kapitalist. Sol yok, sendika yok. Ama hem de «Anadolu», hem de «Anadolu KIZ» dahil en az 800 imam hatip okulu, 400 binin üzerinde imam hatip öğrencisi, 150'nin üstündeki üniversitenin hemen her birinde ilahiyat fakültesi var. Doymuyor faşist İslamcı... İstiyor ki 5 yaşındaki bebelerden itibaren, ortaokul-liseden sonra bakkal da olsa 76-82 milyonun tamamının, en azından «ayakta işenmez, kahrolsun pisuarlar...», «tesettür bisikleti...», «erkek, karısının ölümünden sonraki ilk altı saat içinde onunla cinsel ilişki kurabilmeli», «müzik, bir sopanın bir yere ahenkli vurması bile, ama kadın sesi zinhar, günahtır...», «şeriatçı başbakan dinin kurallarına göre hareket eder, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Öyleyse onu eleştirmek, ona karşı çıkmak, onun istifasını istemek kafirliktir», «savaş ancak kafirlere karşı yapılırsa İslami'dir. Müslümanları karşı (Müslüman Kürtlere karşı) savaş bu kapsama girmez. PKK'nın öldürdüğü asker bu nedenle şehit değildir!..», «Türkiye bir İslam ülkesi değildir; laiklik küfürdür. Türkiye, İslam'a dahil edilmek üzere «cihad» ile fethedilmesi gereken bir kafir ülkedir. Halen savaş sürdüğüne göre, bu ülkenin malı mülkü, zenginlikleri, hatta can'ı savaş ganimeti'dir, bunlara el koymak mubahtır, helaldir. Bunlara el koyan, hırsız, yolsuz değildir. Canı helaldir, PKK'ya karşı savaştığı sürece şehit sayılmaz; çünkü PKK'lı Kürtler de Müslüman'dır, dolayısıyla bu, kafire karşı bir cihad değildir. Nedir o «şehitler ölmez, vatan bölünmez» sloganları!.. Gezi protestolarında insan öldürmek mübahtır. Ölürlerse ölsünler.» zihniyetine sahip olmasını istiyor. Halka «çocuklarınız hem dinini, diyanetini iyi bilecek hem de vali, kaymakam, subay, avukat, öğretmen, doktor olacak» dendi. Bu hem halkı kandırmak içindi; hem de devlet masasının ve kasasının arkasına oturmak yani iktidar içindi. Ama iktidar için ayrıca emperyalizmin, başta ABD'nin gönlünü yapmak, hatta hiç kırmamak gerekiyordu. Türkiye'de solun egemen olmamasını Amerika da istiyordu. Laik okullarsa, asla kusursuz, kesintisiz Amerika sever yetiştirmiyordu. İşin içine mutlaka din girmeliydi. Çünkü din, Tayyip'e de, Fetullah'a da, Obama'lara da kayıtsız şartsız itaati öğretiyordu.
 
Sonuç…
 
İyi İngilizce bilen, Amerika sever ama yurtsever olmayan gençler yetiştirmek üzere kurulup bu hesabın tutmadığı Maarif Kolejleri mezunları (Eskişehir Maarif Koleji mezunu Nabi Avcı gibi hesabın tuttuğu nadir istisnalar da dahil), Bernard Shaw'u, Charles Dickens'ı, New York Times'ı rahatça okuyup anlayabilirlerdi. (Bugünün mebzul miktardaki Anadolu liselerinin, 1955'in o altı tanecik Maarif Kolejleriyle zerre alakası yoktur; kuşa çevrilmiştir.)
 
 Recep Tayyip Erdoğan, bırakınız İbni Sina'yı, İbni Haldun'u, Eşşark el Evsat'ı veya El Ahram'ı Arapça'sından okuyup anlayabilir mi? Kendi çabasıyla Arapça öğrenmemişse kaç imam hatip mezunu okur, anlar?...
 
   İmam hatip okumayanlar kötü Müslüman ya da, hele kafir mi? Kuran'da mı yazıyor imam hatip? Erbakan peydah olmadan önce bu millet kötü Müslüman mıydı, kafir miydi? Bunun kararını siz mi veriyorsunuz? Bunlar zaten asıl soru. Ama ortalık, Amerikalılar Süleymaniye'de Türk subaylarının kafasına çuval geçirdiklerinde, «Amerika'ya nota mı verilir», «ne notası, müzik notası mı» diyen yüksek unvanlı «Ankara'da Türk polisinden dayak yiyeceğime Brüksel'de Belçika polisi tarafından aşağılanmayı yeğlerim» diyen unvansız iyi Amerika sever, iyi İngiltere sever, iyi İsrail sever, iyi Batı sever, kısaca iyi emperyalist severler imam hatip kafalılarla dolu. Maksat da buydu. Dinini iyi bilen iyi Müslüman, iyi Müslüman-doktor yetiştirmek değil... Amerika severlik için de epeyce saçmalama, epeyce zekasızlaşma kaçınılmaz idi. O zaman saçmalama ve zekasızlaşma, devlet politikası oldu. Zekasızlaşma ve saçmalamanın en güzel yansıması da Arapça bilmeyen, ama iyi İngilizce bilen kolejli imam hatipli... Türkçe okunmasına bile ciyak ciyak karşı çıktıkları Kuran, ezan İngilizce okunmayacağına göre... Yoksa okunacak mı? İmamınız Obama mı? Ondan da önce de Bush muydu?..
 
Ya da besmeleniz Buş-Millahirrahmanirrahim miydi? Fetullah Gülen, bunun için mi Suudi Arabistan'da veya Mısırda değil de Pensilvanya'da? Davutoğlu Ahmet'iniz bunun için mi afili «stratejik derinlik, büyük güce dayanarak güç yansıtma, Osmanlı'yı böylece ihya etme» edebiyatıyla Amerika severlik yapıyor? Bu ülkede isteyen imam hatip lisesine veya ilahiyat fakültesine 90 senedir gidiyor; çocuğunu gönderiyor. Hiçbir engel yok. Ama herkes, yani 76-82 milyon imam hatip eğitimi alsın, 76-82 milyon(*) hep İslam Cumhuriyeti özlesin, müzik, baş açıklık, ayakta çiş günah, ille de dini nikah ve saire desin; istisnasız tüm nüfus Amerikancı sağcı olsun; böyle düşünenler, yani BİZ devleti ve ülkeyi sonsuza kadar yönetelim derseniz, bu nokta o ünlü «kanlı mı kansız mı» noktasıdır. Bunu sizin Erbakan'ınız dedi. Madem siz kan dökmeye hazırsınız... Gezi direnişçileri de kan vermeye hazırsa yapacak mısınız? Değer mi?.. Hem de ileri demokrasi diye diye?.. İleri demokrasi ileri şeriat mı? İleri demokrasi ille de ve sonsuza da bir şeriatçının başbakan-cumhurbaşkanı-başkan-diktatör olması mı? Siz namazınızı kılsanız, başkaları da rakısını içse de ileri olmayan demokrasi olsa olmaz mı?.. Ne kaybedersiniz? Kalan yüzde 50'yi toptan kesecek misiniz?.. Terörist diye, darbeci diye tamamına müebbet hapis mi vereceksiniz? İmam hatip kafalı olmak, kahrolsun pisuar Müslümanlığı istemiyorlar işte!.. Siz 76-82 milyonu imam hatip kafalı yapmaktan vaz geçiverseniz ne olur? 2023'ü zaten görmezdiniz ya, böyle böyle hiç göremezsiniz. Kendi ayağınıza kendiniz kurşun sıkıyorsunuz. Amerika bile, bütün dünyayı, en çok da Müslümanları bombalaya öldüre, döve söve, birbirine kırdıra kırda bir hal oldu. Sonunda onun da dermanı takati kesildi. Niye ders almıyor, kargadan kılavuzda ısrar ediyorsunuz? Niye Amerikan zekasıyla gerdeğe girmekten kurtulmamakta inatla ısrar ediyorsunuz? Her şeyi bu yüzden ağzınıza yüzünüze bulaştırdığınızı niye fark etmek istemiyorsunuz? En azından öteki yüzde ellinin, Müslümanlığı bile Amerikan Müslümanlığı haline getirdiğinizi bilmediğini, görmediğini hiç sanmayın. En azından saygı ve güveni sıfırladığınızı kabul edin artık.
 * Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının resmi nüfus rakamı 74-75 milyon iken, CIA'nın 82 milyondan söz ettiği hatırlatılıyor.
Ali Tartanoğlu 22 Ağustos 2013
 
..

Anayasa

 
 
Anayasa
 

 Ali Tartanoğlu
 Cuma, Şubat 14, 2014

Özellikle gerici iktidar sahiplerinin aynen uymak ve uygulamak istediği tek anayasa var: Bizzat kendilerinin yazdıkları anayasa!.. Yani kendi ağızlarından çıkan kanun olsun, anayasa olsun isterler.

Anayasalar biçimsel ve basit olarak, ülkelerin temel devlet örgütlenmesini, devlet ve yurttaş arasındaki ilişkileri, her iki tarafın yetki, görev, hak ve sorumluluklarını düzenleyen temel metinler.
Ama çok daha önemlisi, anayasa, sınırsız otoriteyi, dizginiz gücü sınırlama mücadelesinin, denetleme çabasının adı.
İktidar gücü, bireyin zaten doğuştan sahip olduğu haklara saygı duyacak, bireye bunların dışında yeni haklar tanıyacak; bu hakların başka bireylerce saldırıya uğramasını önleyecek...
Ama çok daha önemlisi, her şeyden, herkesten önce gücü, iktidarı kullanan kişi, kurum, makam saldırmayacak o haklara.
Çünkü bireyin, kendi hakkını başka bireye saldırarak koruması, geri alması (ihkak-ı hak, kısasa kısas), bir noktadan sonra yanlış bulunup yasaklanmış; çatışan bireysel çıkarlar arasına, hakem olarak devlet-yargı-hukuk sokulmuş.
Ama ya yürütme-yargı-yasama hak ihlal eder, haksızlık yaparsa, «ya tuz da kokarsa?..»
Bu soru hep sorulmuş, hep cevap beklemiş.
Çünkü «tuz», çok büyük bir sıklıkla KOKMUŞ!.. Yani yargı, yasama, yürütme, yani başbakanlar, başkanlar, krallar, padişahlar çok ağır hak ihlalleri yapmış, çalıp çırpmış, itiraz edene zulmetmiş.
Bir başka anlatımla demokrasi mücadelesi, insan hakları mücadelesi, bireyin bireye karşı hak mücadelesi değil. Bireyin bireye haksızlığına engel olması için oluşturulan devletin, onun organlarının ve en önemlisi bütün bunlara hükmeden şahıs ve şahısların kendilerine verilen yetkiyi haksızlık, kötülük, zulüm yönünde kullanmalarına karşı mücadele...
Dolayısıyla anayasa, anayasacılık, demokrasi, demokratikleşme, özgürlük mücadelesinin asıl nedeni, bireyle devlet, bireyle güç sahibi, iktidar sahibi çatıştığında, bireyin hakları güç (iktidar) sahibi tarafından korunmadığında, hele bir de iktidar sahibinin saldırısına uğradığında ne olacak, sorusu... Tuz kokarsa ne olacak sorusunun cevabı...
Jean Jacques Rousseau ve benzeri birçok düşünür, devletin oluşumunu, «içtimai mukavele», toplumsal sözleşme kavramı ile bu sorunun cevabına bağlamıştı. Yani bireyler «kimin gücü kime yeterse» durumunu ortadan kaldırmak için devleti yaratmışlar; devletin eline hukuk denilen, yargı denilen aracı vermişler, «biz kavga edersek önce kavga etmemizi önle, bizi ayır, haklıyı haksızı belirle» demişti.
Ama birincisi, iktidar sahibinin kullandığı devlet aygıtı, bireyler arası çatışmayı, bireyin bireye haksızlığını, saldırısını bile hala tam olarak önleyebilmiş değil.
Çünkü toplumsal sözleşme ile haklıyı haksızdan ayırmakla görevlendirilenler yine insan... Haksızlık yapan, bu yüzden çıkacak kavgayı ayıracak olana (polise, savcıya, hakime, hükümete) çıkar sağlar, kandırır, korkutur, vb. ise, haksızlık devam ediyor.
Sosyalist bakış açısına göre iktidar sahipleri, bu çatışmalarda taraflardan birini, hem de güçlü, varlıklı, ezen, sömüren tarafı özellikle destekliyor; hukuk, yargı gibi araçları desteklediği taraf lehine kullanıyor; dolayısıyla kaçınılmaz olarak güçsüz tarafın sürekli haksızlığa uğramasına yol açıyor.
Dahası...
Kendisi de yurttaş bireyle doğrudan çatışmaya giren iktidar, kontrolündeki devlet organlarını (yasama, yürütme, yargı), yaptığı haksızlığa itiraz edenlere karşı bir sindirme ve cezalandırma silahı olarak kullanmaktan da kaçınmıyor. Çünkü iktidar sahibinin istediği her şey parlamento çoğunluğu sayesinde yasa oluveriyor; iktidar sahibinin yasaya, hukuka aykırı hiçbir eylemi, işlemi kalmamış oluveriyor.
İktidar sahibine hiçbir suç isnat edilemeyecek, suçlanamayacak; buna karşılık tüm yasalar, iktidara yönelik eleştirilerin, itirazların tamamını suç sayacak; buna da «milli irade», «halk böyle istiyor» denilecek...
Modern anayasacılık veya kamu özgürlükleri tarihi, güç sahiplerinin haksızlıklarına karşı insanlığın mücadelesinin başlangıcı olarak İngilizlerin 1215 tarihli ünlü «Magna Carta Libertatum» una işaret eder.
Demek, insanlık en az 800 yıldır, güç sahiplerine karşı «bana haksızlık etme, bana zorbalık yapma» mücadelesi veriyor. Ama bugünkü manzaraya bakıldığında, 800 yıllık bu mücadele neredeyse hiç işe yaramamış!..
Çünkü anayasalar hukuki oldukları kadar siyasi metinler. Uygulama aşaması hukuki olsa da, yapılma aşaması tamamen siyasi; çünkü tüm yasaları olduğu gibi anayasaları yapan siyasi organlar, yani meclisler (parlamentolar, yasama organları), çıkarları çatışan toplumsal sınıfların temsilcileridir. Bu temsilcilerin genel olarak ezici çoğunluğu da hep varlıklı sınıfın temsilcilerinden oluşur. Dolayısıyla bu kurullardan çıkacak yasaların, bu kurulların çıkaracağı anayasaların emekçilere, yoksullara haksızlık yapmaması imkansız. Zaten öyle oluyor.
 
* * * *
Öte yandan, anayasaların, hem öteki tüm hukuk metinleri açısından tartışılmaz bir üstünlükleri, hem de bu düzenlemeleri yapanlar ve uygulayanlar açısından tartışılmaz bir bağlayıcılıkları var. Yani hem tüm alt hukuki metinlerin mutlaka anayasaya uygun olması, hem de yargıdaki, yürütme ve idaredeki tüm uygulayıcıların anayasaya uygun hareket etmesi şart!..
Oysa kavga da buradan, anayasaya uymak istemeyen kişi, kurum ve organların çokluğundan, cüretinden çıkar. Özellikle gerici iktidar sahiplerinin aynen uymak ve uygulamak istediği tek anayasa var: Bizzat kendilerinin yazdıkları anayasa!.. Yani kendi ağızlarından çıkan kanun olsun, anayasa olsun isterler.
Dolayısıyla burada, anayasa terimini esasen bildiğimiz «hukuk» olarak algılamakta yarar var.
 
* * * *
Anayasalar, olağan parlamentolar tarafından değil, sadece anayasa yapmak üzere oluşturulmuş kurucu meclislerce yapılır. Genellikle toplumdaki bütün hak ve çıkar gruplarının temsilcileri, bu kurucu meclislerde de bulunur. Ama en azından görünürde, bu grupların hiç biri, kurulu, örgütlü bir siyasi parti mensubu, dolayısıyla parti disiplini baskısı altında değildir; gelecek seçimde yeniden seçilme kaygısı taşımaz. Temel özellikleri budur; anayasalar bu nedenle bu tür özel meclisler tarafından yapılır. Ve bu meclisler de seçilmiştir, olağanüstü yetkileri yoktur. Tek yetkileri ve görevleri anayasa yapmaktır.
«Yeni anayasa» tartışmalarının birinci sorunlu yanı buydu.
Yeni anayasa çalışmaları, 2011 Haziran'ında olağan ve rutin biçimde seçilmiş parlamentoca yürütüldü. Uzlaşma Komisyonu üyelerinin hepsi parlamentoda grubu bulunan partilerin temsilcisiydi. Hepsi belli bir parti disiplinine uymak zorundaydı... Hepsinin «yeniden seçilme» kaygısı vardı. Bu nedenle de hepsinin gözü kendi partilerinin yöneticilerindeydi. Ve en önemlisi, iktidar partisinin geleceğe yönelik pek çok seçim beklentisi (siyasi çıkar beklentisi), başta başkanlık sistemi olmak üzere bu komisyonun çalışmalarına, engelleyici biçimde yansıyordu.
Oysa bir «kurucu meclis» te bir iktidar partisi çoğunluğundan, bu çoğunluğun, hele onun başındaki şahsın otoriter, diktatoryal, hatta faşist siyasi çıkar beklentisinden söz etmek mümkün olmazdı, olamazdı. Başkanlık sisteminin son Mohikanı receptayyip erdoğan ise, yargı ve yürütmenin tamamen kendisine bağlı olması, başbakanın bile masum numan kurtulamamış modelinde bir «çıkmayan ses» olmasının ötesinde, parlamentoyu da canı istediği zaman feshetmeyi pervasızca, babasından harçlık isteyen zamane çocuk şımarıklığı, küstahlığıyla isteyebildi.
Hazır bu kendini beğenmiş, kifayetsiz ama muhteris cesareti bulmuşken, neden «başkanlık, babadan oğla, hatta başkan kimi istiyorsa ona geçer» dememişse...
Yeni anayasa tartışmalarında bir başka sorunlu yan, «anayasa değişikliği mi, yeni anayasa mı» sorusu...
12 Eylül darbesi ürünü, her alanda hak ve özgürlüklere, demokrasiye aykırı pek çok hüküm içerdiği apaçık 1982 anayasasının, 1983 yılındaki seçmenlerin yüzde 92'sinin oyunu alarak meşrulaştığı, matematiksel, aritmetiksel bir gerçek. «Kabul» biçimindeki yüzde 92 ne kadar ürkütücü bir büyük oran ise, «red» diyen yüzde 8 de o kadar düşündürücü, kaygı verici, düş kırıcı bir küçük oran.
O yüzde 92'nin temsil ettiği toplum kesimleri, kurumları, kişileri hala aramızda. Eğer % 92 kötü, utanılacak, bugün «değiştirelim» diye soluk soluğa kalınacak bir sonuç idiyse, hiçbir toplum kesimi kendisini kolay kolay tamamen aklayamaz. Bugünkü verilere göre AKP'ye oy veren yüzde 49 da, CHP'ye oy veren yüzde 26 da, MHP'ye oy veren yüzde 14 de, 1982 anayasasına «red» diyen «yüzde 8» den büyük; en azı neredeyse iki katı... Demek ki AKP'ye de, CHP'ye de, MHP'ye de oy verenlerin büyük çoğunluğu, teorik olarak 1982 anayasasına «evet» demiş. Bu tablonun askeri yönetim, sıkıyönetim korkusuyla mazur gösterilmesi de mümkün değil; bu tablo bu ülkenin seçmen yurttaşları için övünülecek, yüz akı bir tablo da değil.
 
* * * *
1982 anayasası buna rağmen kötü, değiştirilmeli. Ancak...
Sonuncusu 12 Eylül 2010'da olmak üzere onlarca kez değiştirildi bu anayasa!!!.. Amaç demokratikleşme idiyse, ve sadece anayasa değiştirilerek, üç beş kanun çıkarılarak demokrat olunabilecekse, bunca değişikliğe rağmen neden hala demokratikleşmedik?
Demek çok yasayla, çok anayasayla veya anayasayı, yasaları çok değiştirerek ne hukuk devleti olunuyormuş, ne de demokrat!..
İngiltere'nin yazılı bir anayasası YOK! Hangisi daha hukuk devleti? İngiltere mi, Türkiye mi?!..
Ya yapılan değişiklikler gerçekten demokratikleşme amacıyla değil, «zevahiri kurtarmak» üzere yapılmış; ya demokratikleşmeyi sağlayacak alanlarda, maddelerde değil, uyduruk konularda yapılmış; ya da en kötüsü, tamamen demokrasiye aykırı değişiklikler yapılmış.
2010 anayasa değişiklikleri işte tam da buydu. Yargı sisteminin eli kolu, receptayyiperdoğanı asla suçlayamayacak, yargılayamayacak, hele kesinlikle mahkum edemeyecek; buna karşılık her türlü muhalefeti (neredeyse TBMM'deki muhalefeti bile!..) her an, her biçimde suçlayıp, yargılayıp mahkum edecek, hatta artık öldürecek, kafasını patlatacak, gözünü çıkaracak, suyla havaya uçurup yere çalacak, zehirli gaza boğacak ölçüde bağlandı.
Çünkü mevcut iktidar, yaptıkları ve yapmak istedikleriyle mevcut hukuk ve yargı sistemi devam ederse suçlanmaktan, yargılanmaktan ve mahkumiyetten kurtulamayacağını çok iyi biliyordu. 2010 değişiklikleriyle Anayasa Mahkemesi'nin, Yargıtay'ın, Danıştay'ın, özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, iktidar partisinin adeta il başkanlıkları düzeyine indirgenmesindeki amaç buydu.
 
* * * *
«Yeni anayasa» söyleminin, tartışmasının, dayatmasının, tutturmasının en çarpık yanı da buydu...
İki bin yıllık Türk devletinin başına MAALESEF(!) getirilen aşiret reisi veya kasaba tüccarı, 2010 değişikliklerinin esası olan 26 anayasa maddesinin, kendileri için «kırmızı çizgi» olduğunu, bu 26 maddenin tartışılmasına kesinlikle yanaşmayacağını çok net olarak açıkladı. Kabile büyücüsü burhankuzu gibi daha alt düzey hınk deyiciler ise «uzlaşma hiç mümkün olmazsa aynı anayasayla yolumuza devam ederiz. 2010 değişikliğinin 26 maddesi bize yeter» dedi.
2010 anayasasının 26 maddesine hiç dokunulamayacak ve aynen sözde YENİ(!..) anayasaya aktarılacaksa, aşiret reisinin emrettiği anayasanın neresi «YENİ» ydi?!.. Yoksa reis oturamayanboğa, «alt tarafınız AŞİRET.. Anayasa sizin neyinize» mi demek istiyordu?
Peki biz aşiret miydik?!..
Kendisi de onun için mi tüm devlet kurumlarını «başkanlık» haline getirip, bunun için mi «BAŞKAN» olmak istiyordu? «Başkan», «reis» in Türkçesi malum! Kendisine anca aşiret reisliğini, kabile reisliğini yakıştıran, bize de aşiretliği yakıştırmış çok mu? Çapı, hacmi, istiap haddi bu kadar!.. N'aaapsın!..
Demek ki «yeni anayasa» lakırdısı tam bir lafıgüzaftı... Demek ki amaç, demek ki sorun, gerçekten bir «yeni anayasa» yapmak değildi. Demek ki amaç, AKP (receptayyip) ve BDP'nin (öcalankandil) siyasi beklentilerinin, anayasada birleştirilerek gerçekleştirilmesi.
AKP'nin (receptayyip), iki temel isteği var. 1) Anayasa'daki ilk dört maddenin ve laiklikle ilgili düzenlemelerin kaldırılması, 2) Başkanlık sistemi...
BDP'nin (öcalankandil) istekleri de biliniyor. En başta yine ilk dört maddenin kaldırılması var. Sonra öcalanın koşullarının rahatlatılması... Ana dilde savunma... Ana dilde eğitim... En azından özerklik... Olursa federasyon... Nihayet bağımsızlık...
İki partinin istekleri aynı temelde birleşiyordu: Sevr!... BDP ve AKP, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilk dört maddesinin yok edilmesinde anlaşıyordu. Başkanlık sistemi de «özerklik» talebiyle pek ala uyuşuyordu.
Laiklik, cumhuriyet, hele tam bağımsızlık BDP'nin de derdi değildi. Ama anlaşılıyordu ki, başkanlık rejimi yaftasıyla bir receptayyip diktatörlüğü de umurlarında değildi. receptayyip diktatörlüğü, apo diktatörlüğünden daha ağır olamazdı ya!...
 
* * * *
Bütün bu hengamenin vitrindeki, sahnedeki gerekçesi «demokratikleşme», «daha demokrat bir Türkiye» değil miydi?!.. Bakalım «değiştirilmesi teklif» dahi edilemeyecek, ama değiştirilmesi, söz konusu iki parti tarafından çok istenen maddelerine:
MADDE 1 – Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
MADDE 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
MADDE 3 – Türkiye devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı «İstiklal Marşı» dır. Başkenti Ankara'dır.
 
Dördüncü madde de, bu hükümlerin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif edilmeyeceğini emrediyordu.
 
Şimdi soralım: Türkiye devleti bir «cumhuriyet» olmasa mıydı? Türkiye Cumhuriyeti «toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti» olmasa mıydı? Türkiye Devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olmasa mıydı? Dili Türkçe olmasa mıldı? Bayrağı, beyaz ay yıldızlı al bayrak olmasa mıydı? Milli marşı «İstiklal Marşı» olmasa mıydı? Başkenti Ankara olmasa mıydı?..
Niye?!.. Cumhuriyet olmayınca, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmayınca, dili Türkçe olmayınca, bayrağı beyaz ay yıldızlı al bayrak olmayınca, başkenti Ankara olmayınca, ülkesiyle ve milletiyle bölünür olunca; yasama da bakanlar kurulu da aşiret reisi receptayyiperdoğanın kuklası haline gelince mi fevkalade demokrat olunacaktı?.. Kabile büyücüsü burhankuzu, o zaman mı yıllardır rüya haline getirdiği bakanlık koltuğuna oturacaktı?
Bu tartışmanın bütün tarafları, özellikle bu dört maddenin kaldırılmasını isteyenler, bu sorulara en net cevabı vermeli.
Ya, «hayır, bizim böyle bir niyetimiz, kastımız yok. Bunların demokratikleşmeyle de ilgisi yok» demelidirler. Ya da «evet; biz laik cumhuriyet değil İslam Cumhuriyeti istiyoruz; sosyal hukuk devleti istemiyoruz; anti emperyalist-tam bağımsız Türkiye istemiyoruz; dil Türkçe olmasın, bayrak beyaz ay yıldızlı al bayrak olmasın, başkent Ankara olmasın; ülke ve millet varsın parçalansın» demelidirler... Diyebiliyorlarsa...
 
* * * *
Gelelim başkanlık sistemine...
Anavatanı ABD... Ama erdoğanın dayattığı başkanlık yetkilerinin neredeyse hiç biri ABD başkanında yok. Hele başkan ile Kongre çoğunluğunun, Temsilciler Meclisi ve Senato kanatlarından her hangi birinde farklı partiden olması halinde Kongre, başkana her adımında adeta kök söktürüyor.
erdoğanın istediği bu değil. O, bugünkü sistemimizin sağladığı, kendisinin de kitabına uydurarak, hatta kitabı da hiçe sayarak yarattığı ve Obama'nınkinden çok daha fazla olan yetki ve olanaklarla bile yetinmiyor. AKP'nin, başkanlık sistemi ile ilgili olarak TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na verdiği önerilerde neredeyse bir tek, «başkanlık babadan oğula geçer» maddesi eksikti.
Başkanlık sisteminin uygulandığı ABD dışındaki ülkeler içinse anayasa hukukçuları «başkancı sistem» deyimini kullanıyor. Yani kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme yok. Başkan ne diyorsa o!..
 
****
İdeal anlamda «başkanlık sistemi», doğduğu ülke olan Amerika için neredeyse kaçınılmaz bir sistem. Amerika, kendi koşullarının doğal sonucu olarak bu sistemi benimsemiş. Başka çaresi yoktu, «parlamenter sistem Amerika için düşünülemezdi», demek bile mümkün.
Amerika BİRLEŞİK devletlerini oluşturan eyaletlerin sayısı, başlangıçta sadece 13 idi. Bunlar, başlangıçta İngiltere krallığına bağlı kolonilerdi. İngiltere'nin yoğun sömürgeci baskısı karşısında, önce İngiltere'ye karşı çok ciddi, hatta kanlı bir bağımsızlık savaşı verdiler. Ve kazandılar...
BİRLEŞİK DEVLETLER'i oluşturmaları daha da sancılı oldu. Güney'deki eyaletler çok ağırlıklı olarak tarım bölgeleriydi. 18'inci yüzyıl koşullarında ucuz emeğe çok ihtiyaçları vardı. Bu emeğin kaynağı da Afrika'dan zorla getirilmiş zenci kölelerdi. Ziraatçi olmayan Kuzey eyaletleri köleliğin kaldırılmasını önerirken Güney buna asla yanaşmadı. 4 yıl sürecek son derece, İngiltere'ye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinden de kanlı bir iç savaş yaşandı «BİRLEŞİK» Devlet olmak uğruna...
 
AMERİKA, DÖRT YIL SÜREN O KANLI İÇ SAVAŞI, BİZE DAYATTIĞI GİBİ, İRAN'A, IRAK'A, SURİYE'YE, LİBYA'YA DAYATTIĞI GİBİ AYRILMAK İÇİN DEĞİL BİRLEŞMEK İÇİN YAŞADI.
 
Güney yenildi; BİRLEŞİK Devlet olmaya razı oldu. Ama elbette şartları vardı. Her eyalet, iç işlerinde neredeyse tamamen bağımsız olacaktı. Valisini, belediye başkanını, emniyet müdürünü (şerif – Red Kit) kendisi seçecek, vergisini toplayacak, güvenlik, sağlık, eğitim dahil bütün yerel hizmetleri kendisi görecekti. Nitekim görüyor. Vaşington'daki başkan ve Kongre ise sadece dış savunma, dış politika, genel ekonomi gibi bütün ülkeyi ilgilendiren işleri yapacak ve bir de protokoler anlamda ülkeyi temsil edecekti.
Kuzey eyaletleri buna razı oldu, çünkü başka türlü BİRLEŞME mümkün olmayacaktı. Bugün de, her eyaletin kendi yasaması ve yürütmesi son derece güçlü olduğu gibi, Vaşington'daki yasama, yani Kongre de Başkan (ana... merkezi yürütme) karşısında son derece güçlü.
Kısaca Amerika'daki başkanlık sistemi tamamen o ülkenin kendi özgün koşullarının ürünü olduğu gibi, hiç de bizde düşünüldüğü gibi padişah yetkilerine sahip astığı astık bir devlet başkanı modeli değil. Aksi taktirde «BİRLEŞİK» Amerika mümkün olmazdı; güney eyaletleri asla birleşmezdi.
Aynı durum, örnek gösterilebilecek başka ülkeler için de söz konusu. Hatta durum bizde sanıldığından çok daha karmaşık veya farklı... Örneğin, BASK'ı ile, ETA'sı ile, Katalonya'sı ile 17 özerk bölgesi ile durmadan örnek gösterilen İspanya'da başkanlık sistemi yok. Devlet başkanlığı makamında, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi monarşik kral var. Ama apaçık ve güçlü bir parlamenter sistem var...
İtalya'da da özerk bölgeler var, ama sembolik temsili ve idari yetkilere sahip seçilmiş bir cumhurbaşkanı dışında yine çok güçlü bir parlamenter sistem de var.
Portekiz ve Almanya, tıpkı İtalya'ya benzer; özerk bölgeler var; ama başkanlık değil klasik parlamenter sistem söz konusu.
İngiltere, bir İrlanda deneyimi ve örneğine sahip olmakla birlikte, bugün için David Cameron, monarşinin kraliçesine (kralına) rağmen tüm yetkilerin sahibi, güçlü bir parlamenter sistemin başbakanı. Saray, kraliçe (kral), neredeyse tamamen bir tarihi sembol, hatta nostalji...
Fransa ayrıksı... Hem özerk bölgeleri var, hem de başkanlık değil ama yarı başkanlık sistemine sahip. Ama aynı zamanda ülkeyi, içeride adı üstünde «yarı yarıya» başbakan yönetiyor.
Bu ülkelerin hemen hepsinde gayet güçlü anayasa mahkemeleri, güçlü bir yargı bağımsızlığı, güçlü muhalefet partileri, güçlü bir sivil toplum, çok gelişmiş, geleneği olan üniversiteler, bizimkinden çok daha etkin bir parlamento, olabildiğince güçlü bir katılımcılık da var.
Fakat çok daha önemlisi, sahip oldukları sistemin, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu gibi, yine tamamen bu ülkelerin kendi özgün koşullarından doğması... Bir kere federal yapı veya özerk bölgeler bu ülkelerin de olmazsa olmazı. Bir başka ifadeyle, tarihi koşulları, toplumsal yapıları itibariyle eğer özerk bölgeler veya federal yapı söz konusu olmasaydı bugün bir İspanya Krallığı, bir Almanya Federal Cumhuriyeti, bir Fransa, İtalya cumhuriyeti olamazdı!
 
BU ÜLKELER ANCAK BU HALLERİYLE, YANİ FEDERAL YAPILARIYLA, ÖZERK BÖLGELERİYLE VAR OLABİLMİŞ. BU ÜLKELER BİRLEŞEBİLMEK İÇİN KAN DÖKMÜŞ...
BİZE DAYATILDIĞI GİBİ, AYRILMAK İÇİN DEĞİL!
FEDERAL YAPI VEYA ÖZERK BÖLGELER SÖZ KONUSU OLMASAYDI KAN DA DÖKÜLSE BİRLEŞEMEZLERDİ.
 
Çünkü bu ülkeler, örneğin İspanya, İspanya Krallığı olmadan önce bağımsız krallıklardan ibaretti. İtalya, Almanya sayısız küçük prenslikten, kontluktan, dukalıktan vb. oluşuyordu. İtalya, İspanya, Almanya sadece coğrafi bölge adları idi...
İtalya adı, önceleri yalnızca bugünkü İtalya'nın güneyindeki bir bölgeyi anlatmak için kullanıldı. Bu adın tüm yarımadanın adı olması, ancak Romalıların bölgeyi ele geçirmesinden sonra... Roma İmparatorluğunun batı bölümü, 5. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İspanya, Galya ve İtalya'yı içine alan bağımsız krallıklara bölünmüştü. Venedik, Cenova, Floransa, Napoli başta olmak üzere siyaset, sanat ve kültürde de dikkat çeken, hümanizm ve Rönesans hareketlerine öncülük eden bu şehir devletleri, ticaret burjuvazisinin ayrıcalıklı olduğu yönetimlere sahipti.
1800'lerin, 19'uncu yüzyılın başına gelindiğinde İtalya yarımadasında Papalık Devleti, Sardunya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı bulunuyordu. Ama Giuseppe Garibaldi gibi komutanlar öncülüğünde birleşme mücadelesi de sürüyordu. İtalyan ulusal birliği, yine de ancak 1886'da Venedik'in birliğe katılmasıyla tam olarak tamamlanıp İtalya Krallığı kurulabildi. Daha 128 yıl öncesine kadar, bugün Berlusconi'si, Mussolini'si, Sophia Loren'i, Umberto Eco'su, Marcello Mastroianni'si, Bertolucci'si, Pasolini'si, Fellini'si, Visconti'si, Cinema Paradiso'su, Tomaso Albinoni'si, Vincenzo Bellini'si, Verdi'si, Vivaldi'si ile bildiğimiz bir İtalya Cumhuriyeti yoktu.
Bugün var; özerk bölgeleri de var; ama başkanlık sistemi yok!
Onlar özerk bölgeleri, bize dayatıldığı gibi ayrılmak üzere değil, ayrılarak değil, birleşmek için, birleşerek kurmuşlar; iç ve dış işlerinde zaten tamamen bağımsız olan şehir devletleri, bazı haklarından vazgeçip daha güçlü bir yapı kurmak için özerk biçimde birleşmiş.
İspanya ve Portekiz'deki de benzer bir durum. 1716'ya kadar, bugünkü 50 il ve 17 özerk bölgeden oluşan bir İspanya krallığı yok.
1871'e kadar, adı Prusya dahi olsa, imparatorluk da olsa hukuken, resmen bir «Alman» devleti de yok. Önce konfederalleşerek, sonra federalleşerek ancak oluşabilmiş.
Birbirleriyle veya yabancı düşmanlarla dövüşerek veya kimseyle dövüşmeden... Federalleşerek, özerklikle... zaten ayrı, bağımsız olan birimler birleşmiş tarihte.
Kaldı ki bu ülkelerin hemen hepsinde, ayrı ayrı iken federalleşerek veya özerklikle birleşen unsurların çok azı farklı etnisite veya millet... Örneğin İspanya'da 17 özerk bölgeden sadece üçünde veya dördünde farklı etnisiteden söz edilebilir; kalanların hepsi İspanyol. Yani farklı etnisitelere mensup oldukları ve biri diğerine üstünlük tasladığı, biri diğerini ezip sömürdüğü, dilini yok ettiği, inkarcılık yaptığı için özerk değil.
İtalya ve Almanya'da ise İspanya'daki kadar dahi farklılık yok. Alman federe devletlerinin tamamının halkı Alman, İtalya özerk bölgelerinin tamamının halkı İtalyan... Almanya'da, İtalya'da, hatta Katalanların, Baskların bütün ukalalıklarına rağmen İspanya'da kim kimi inkar etmiş de federalizm, özerklik var?..
 
TÜRK'LE KÜRT İSE ZATEN BİRLEŞİKTİ. ŞİMDİ TÜRK'LE KÜRT SÖZ KONUSU OLUNCA ÖZERKLİK-FEDERALLİK, AYRILMAK İÇİN KULLANILMAK İSTENİYOR.
BİRLEŞİKKEN FEDERALLEŞMENİN, ÖZERKLEŞMENİN... AYRILMAKTAN (BAĞIMSIZLIKTAN) BAŞKA ANLAMI YOK... İNSANLIK TARİHİNİN DÜNYANIN HER YERİNDE VERDİĞİ DERS BU...

«İspanya, İtalya, Almanya öyle olabilir. Ama ben ayrılmak istiyorum. Bunun için de silahlı veya siyasi mücadele ediyorum» derseniz bunu anlamak mümkündür. Öyleyse, Amerika, İngiltere, İspanya... diyip durmayacaksınız. Tam tersine, bu örnekleri, verecekse, kendi tezini, konumunu savunmak üzere Türkiye Cumhuriyeti verecek, siz de yine tam tersine karşı çıkacaksınız. Çünkü sizin istediğiniz, bu örneklerle bağdaşmaz. Onlar birleşmek için savaşmış ve ancak özerklikle, federasyonla birleşmiş. Siz ayrılmak için savaşıyorsunuz.
Sizin istediğinizin, birilerinin tam yetkili padişahlık isterken Amerika'nın başkanlık sistemini örnek göstermesinden farkı yok.
200 yıldır, akıl almaz entrikalar eşliğinde çıkarılan tüm silahlı isyanlara rağmen Osmanlı'da ve Anadolu'da Kürt'le Türk koparılamamış. Şimdi isteniyor ve yapılmaya çalışılıyor ki, Türkiye'nin ve Türklerin savunma refleksleri, «bak itiraz edersen oğlun şehit olur, anan ağlar... Hem bak Silivri'de mahkemeler, hapishaneler var» tehdidi ile istenilenlerin tümü Anayasa'ya konarak yasallaşsın, hukuksallaşsın, meşrulaşsın, kimse birilerine hain diyemesin, suçlayıp yargılayamasın... Araya bir de seçilmiş krallık (SEÇİLMİŞ AŞİRET VEYA KABİLE REİSİ) koyarsak spesiyal bir lezzet olur...» kıvamında kırılsın.
Kırılır mı? Hele böyle demokratikleşme, geçmişle hesaplaşma gibi; ezdi, sömürdü, inkar etti gibi, dil yasaklandı gibi son derece alçak, en kibar ifadelerle gönül kırıcı, haksız, gerçek dışı iddialar varsa kırılır mı? Mühür sahibi, alçak, işbirlikçi, hain Türk'lerle ortaklaşa, Amerikan, Avrupa kıçı yalayarak «bağımsızlık» diyorsan, kırılır mı?
Demokratikleşme başka şeydir, bütün bunlar başka şey. Gerek başkanlık sistemi, gerek özerklik, federalleşme bağlamında verilen yabancı örneklerin hiçbiri Türkiye için uygun değil; en başta örnekleme yöntemi uygunsuz. Bu konular, oradan buradan kopya çekerek halledilmez. Amerika'n modeline aynen uyarak, yani kopya çekerek yahut başkasının kopyası olarak, hele Amerika'nın kucağında bağımsız olunmaz. Olsa olsa uşak olunur. İster Türk olun, ister Kürt, Çerkez, Laz, Arap, Filipinli, Japon, Çinli, Hint, Pakistanlı, Yunan, İtalyan... Ve hatta Fransız, Alman, Rus...
Avrupa Birliği bile...
Kimden, ne kadar bağımsız? Sırf İkinci Dünya Savaşı yaramazlığı nedeniyle ve sırf Amerika öyle istediği için (yani Amerika tarafından verilen ceza ve Amerika'nın dünya planlaması anlamında), Avrupa'daki devletlerin hemen hiçbirinin doğru dürüst ordusu yok!.. Avrupa dışındaki Japonya dahil.
Amerika bu nedenle dünyanın halt edici jandarması... İdi... Irak, Libya ilkelliği, Tunus, Mısır düzenbazlığı ve nihayet Suriye halt etmesine kadar...
Şimdi niye «hadi Esad'a yükleniverelim» diyen en sadık uşağı, Türkiye'deki oturamayanboğaya, «otur yerinde. Ben de tek başına bir şey yapmam. Elimde sihirli değnek yok» diyor?
 
****
Demokratikleşme sadece Kürtlerin sorunu değildi. Türkiye'deki herkesin demokratikleşme ile ilgili sorunu vardı; bugün yoksa yarın olacaktı; olurdu. Böyle giderse yakın gelecekte AKP kabilesinin ve onun şefinin, reisinin, şeflerinin, reislerinin bile olabilir.
Türkleri kırıp, küstürüp korkuturken Kürtleri böyle alabildiğine şımartmak; Türk Silahlı Kuvvetlerini görünürde hükümeti devirmek için terör örgütü kurmaktan, ama esasen bal gibi PKK'ya karşı savaşmaktan müebbet hapse mahkum ederken, aynı PKK'yı azat etmek değildi demokrasi. Hele bunu anayasa ile yapmak hiç değildi.
«Yargının», hatta yarın çoğunluğun kaybedilmesi ihtimalinin bulunduğu yasamanın denetiminden, anayasa aracılığıyla kurtulmak değildi demokrasi.
Laiklikten, bayraktan, Ankara'dan, sosyal devletten, tam bağımsızlıktan kurtulmak değildi demokrasi.
«Malum» şahsı seçimle padişah, idam mahkumu bir başka «malum» şahsı da onun yanına eş-padişah yapmak değildi demokrasi.
Kaldı ki, hukuki metinlere, yasalara ve anayasalara bu kadar ağır yük yüklemek, onlardan bu kadar çok şey beklemek de hem gerçekçi değildi hem de haksızlıktı. Bütün hukuki metinler insanlar tarafından yazılır ve uygulanır. Kafası gerçekten medeni olmaya basmayan insanın eline en iyi anayasayı versen ne yazar!? Yazılı anayasası olmayan İngiltere bizden daha mı geri, anayasası olmadığı için? Ya da biz, yazılı anayasa bir yana, her gün değiştirmeye debelendiğimiz için daha mı ileriyiz?
Sürekli değiştirilmek, yenisi yazılmak istenen anayasanın, iyi bir metin olacağı izlenimini hiç vermemesi bir yana; çok yasa, iyi yasa, iyi anayasa olması her şeyin gül gülistan olduğu, kusursuz demokrasi, kusursuz insan hakları anlamına gelmezdi. Bizde 15 binin üzerinde yasa var; resmen dört anayasamız olmuş, sadece sonuncusunda 100'e yakın değişiklik yapmışız.
Bugünkü durumumuzun, yüz sene önce,
«- Yok kanun, yap kanun! Yaparım olur, bozarım olmaz» diyen ve günümüzde anayasa ve yasalardan çok şey bekleyen çevrelerin yerden yere vurduğu İttihatçı Enver Paşa'dan ne farkı var?!..
Durmadan kanun çıkarıp anayasa değiştirmek, her şeyi yasanın, anayasanın içine sokmak; hukuka çok saygı duymak, hele hukuk devleti olmak anlamına gelmezdi. Prosedüre, usule uygun kanun çıkarabilirdiniz; bu hukuktur, tamam; ama vicdan, adalet olmayabilir günümüzde görüldüğü üzere.
Parlamentoları, resmi gazeteleri olmayan padişahların, kralların hiç mi vicdana, adalete, hakkaniyete uygun fermanı yoktu? Ya da parlamentolardan her zaman vicdana, adalete, hakkaniyete uygun kanun mu çıkıyordu?
Kimse kendi özel niyetini demokrasi, özgürlük, din, ahlak, namus, millet, milliyet diye allayıp pullayıp serçeyi bülbül diye satmaya kalkışmasın.
Demokratlık, kitabına uydurulmuş kaypaklık, kitabına uydurulmuş takiyye mi demektir?!..
17 Aralık 2014'ten bu yana bu kaypaklığın en müstesna örneklerini yaşıyoruz. Yine durmadan meclise kanun sevk ediliyor, meclis durmadan sözde çalışıyor.
Bütün bunlar ne Reis Oturamayan-susamayanboğayı David Cameron, Obama, Merkel yapar, ne Türkiye'yi İngiltere, Amerika, Almanya...
Yapsa yapsa Türkiye'yi «kabile», erdoğanı kabile reisi yapar!
 Ali Tartanoğlu
...