15 Aralık 2021 Çarşamba

TSK’nın Görevi ve 35. Madde

 TSK’nın Görevi ve 35. Madde 




Armağan KULOĞLU

oakuloglu@gmail.com 


30 Nisan 2011

Siyasetçiler, TSK’nın görevi, askerlik şekli ve süresi üzerinde özellikle son zamanlarda fazlaca fikir ileri sürmektedirler. TSK’nın kışlasında durarak askerleri eğitmekten başka bir şey yapmaması gerektiğini ifade etmektedirler. Ayrıca TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinin, hatta tümünün yeniden düzenlenmesine ihtiyaç olduğunu da söylemektedirler.Bu söylemlerin esas itibariyle, son yıllarda TSK’nın üzerinde uygulanan olumsuz psikolojik propaganda sonucunda ortaya çıktığı ve seçim yaklaştıkça da sıkça gündeme getirildiği müşahede edilmektedir. 

   TSK’yı sadece askere gelenlere harp sanatını öğretmek ve eğitmekle görevli bir eğitim merkezi gibi görmek, hatalı bir yaklaşımdır. TSK, mecburi askerlik hizmetini yapanların yanında, elindeki tüm personelin öğretim ve eğitimini sürekli yaptırmak ve aynı zamanda her an için harbe hazır olmak durumundadır.TSK, her an göreve hazır olabilmesi için, devamlı olarak bir tehdit değerlendirmesi yapmakta, buna göre planlarını geliştirmekte veya yenilemekte, birliklerini yapılandırmaktadır. Birliklerinin konuş ve kuruluşlarını, buna göre de mevcutlarını düzenlemektedir. Teknolojik üstünlük sağlayabilmek için yenilikleri takip etmekte, harp silah, araç ve gereçlerini ya modernize etmekte ya da yenilemektedir. Tehdide yönelik olarak elastiki kullanıma imkân veren, çevik, ateş gücü ve teknolojisi yüksek bir yapının oluşumu için çaba sarf etmektedir. Soğuk savaşın sona ermesinden bugüne kadar mevcudunda da 250.000 kadar ciddi bir azalma olmuştur. TSK halen Karadeniz’den, Akdeniz’den, Ege’den, Kıbrıs’tan, Bosna’dan, Afganistan’a kadar olan sahada çeşitli görevler icra etmektedir. Terörle mücadeleye devam etmektedir. Bütün bu görevleri, eğitilmekte olan personelle yapması mümkün değildir. Elinde yapmakta olduğu ve yapmaya hazır olacağı görevler için yetişmiş personeli de bulundurmak durumundadır. 

Bu nedenle TSK’nın, bütünü itibariyle bir eğitim merkezi gibi gelinip gidilen bir kurum değil, sürekli görev icra eden, muhtemel ve ani durumlara karşı da sürekli hazır olan bir kurum olduğu dikkate alınmalıdır.TSK, muvazzaf subay ve astsubayların ve mükellefiyet yoluyla asker olanların yanında, devamlılık isteyen, tecrübeye dayanan, özelliği olan veya eksikliği hissedilen ihtiyaçlar için sözleşmeli personel de istihdam etmektedir. Günümüzde bu tip personele olan ihtiyaç artmış, dolayısı ile TSK’nın profesyonellik yüzdesi yükselmiştir. Önümüzdeki yıllarda daha da yükselmesi beklenmektedir. Ancak TSK’nın tamamen profesyonel olması beklenmemelidir.TSK’nın tamamen profesyonel olması, onu halkının ordusu olmaktan uzaklaştırır. Ordu-millet bağını zayıflatır. Paralı asker konumuna sokar. Askerlik Türk Milleti için kutsaldır. Askere giderken yapılan geleneksel uğurlamalar, yaşanan duygusallıklar, askerden dönünce o gence gösterilen itibar başka bir ülkede yoktur. Bu süreç, vatan ve millet sevgisini sıcak tutar. Yaşadığımız coğrafya ve jeopolitik ortam böyle olmasını gerektirmektedir. Diğer ülkelerle kıyaslanmamalıdır.Yukarıda izah edilen nedenlerle askerlik sistemi ve süresi üzerinden yapılan popülizm ve bu konuların siyasete alet edilmesi, ülkeye, TSK’ya ve Türk Milletine zarar vermektedir. Bu konuda duyarlı olmakta yarar görülmektedir.TSK görevini, anayasa, ilgili yasalar ve mevcut İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğine göre icra etmektedir. 

Bir değişikliğe ihtiyaç olduğunda, yetkili siyasilerden talepte bulunabilir. Bu kapsamda İç Hizmet Kanunu’nun, “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” şeklinde yazılmış bulunan 35. maddesinin, askeri müdahalelere kanuni gerekçe oluşturduğu düşüncesi ile değiştirilmesi gündemdedir. 

Aslında bu görev bütün anayasal kurumların ve hatta tüm TC vatandaşlarının görevidir. Askeri müdahaleler arzu edilmez, tasvip edilmez, ayrıca hukuki değildir ve kanunla da olmaz. 35. maddedeki ifade tarzı, TSK’yı görevine bağlılığa, feragate ve fedakârlığa motive eden bir husustur. Müdahale ile bu madde yan yana getirilmemelidir. Değiştirilmesi TSK’da burukluk yaratabilir. Sayın Cumhurbaşkanı da bir beyanında “Aslında dikkatli okunursa, sonrası okunursa böyle müdahalelere cevaz vermez. Ama yanlış algı söz konusu” demiştir. Bu nedenle konunun sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesinde fayda görülmektedir. 

Kaynak Yeniçağ: TSK’nın görevi ve 35. Madde  - Armağan KULOĞLU 



https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsknin-gorevi-ve-35-madde-18048yy.htm


DARBELER ÇAĞINDA MEDYANIN ROLÜ: RADYODAN E-MUHTIRAYA

 DARBELER ÇAĞINDA MEDYANIN ROLÜ: RADYODAN E-MUHTIRAYA 




Prof. Dr. Ergün Yıldırım


8 Haziran 2020

Prof. Dr. Ergün Yıldırım [1]

Çok değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler.  Hepinizi saygıyla, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum. Bugün, bu üniversitede konuşmak başlı başına çok önemli bir hadisedir. Çünkü bu üniversite özellikle 60 darbesi ile beraber darbecilerin yanında yer alan profesörlerin uçağa bindirilerek -istenilen anayasanın yapılmasına katkı sağlayan hocaların- gittiği bir yerdir. Bu üniversite aynı zamanda 28 Şubat döneminde başörtüsü mağduriyetinin darbeci zihniyetlerce bütün Türkiye model olacak biçimde yaşatıldığı bir yerdir. Bu üniversite 12 Eylül rejimine yine anayasa hazırlamak üzere hocaların taşındığı bir yerdir. Ben de bu üniversitede okudum. Lisans, yüksek lisans ve doktora yaptım. Bunun için de bugün burada biz darbeyi savunan değil de bu darbeleri reddeden, bu darbeci geleneği sorgulayan ve Türkiye’yi yeni bir tarihi döneme taşıyan, 15 Temmuz darbesine meydan okuyan, milli iradeyi ve direnişi kutladığımız, hissettiğimiz, analiz ettiğimiz için onur duymalıyız, mutlu olmalıyız, bahtiyar olmalıyız. Akademiyanın darbeyi savunan ve meşrulaştıran değil de sorgulayan ve eleştiren bir bilinç ve çaba içinde olduğu bir döneme şahitlik ettiğimiz için şanslıyız. Üniversitenin önemli öğretim ve bilim kurumları olarak darbeci geleneği tartışan ve eleştiren bir arayışı temsil ettiği bir aşamadayız. İstanbul üniversitesi de buna öncülük eden bir faaliyet içinde bulunuyor. Burada başta rektör olmak üzere katkısı geçen herkesi kutlamak istiyorum.

Türkiye’de darbe geleneği ve basın ilişkisi aslında bizim 150 yıllık modernleşme serüvenimiz ile at başı giden bir olgu. Bir olgu, bir felsefe ve bir süreçtir aynı zamanda. Darbe dediğimiz şey modern bir hareket öncelikle. Darbe dediğimiz şeyde bir cunta örgütlenmesi var, bunlar ordu yapısı içerisinde örgütleniyorlar ve sivil iradeyi temsil eden parlamenter meclise müdahale ederek sistemi ve toplumu kendi tahayyülleri çerçevesinde dizayn ediyorlar. Ve bu mantık, bu düşünce tarzı, bu siyasi pratik bizde aslında Abdülaziz’in hal’i ile birlikte başladı. Kuleli Askeri Lisesi’nde bunun hayalleri kurulmaya başlanıyor, Abdülaziz hal ediliyor ve ondan sonra aslında cuntanın aldığı kararla beklemedikleri bir biçimde de olsa bir iktidar değişimine yol açıyorlar. Yine İttihat ve Terakki’nin iktidara gelme sürecine baktığımız zaman aynı cunta hareketleriyle ve orduyla beraber bunu yapılandırması söz konusu. Cumhuriyet döneminden itibaren de bu darbe geleneğimiz maalesef devam ediyor. Adeta bu darbeci gelenekle bütün toplum meselelerimizi adeta çözmek istiyoruz. Onu bir yönteme dönüştürmüş gibiyiz.  Büyük bir siyasi değişim mi yapılacak? Ekonomik sorunlar mı çözülecek? Anayasa mı yapılacak? Bir toplum ütopya düzeyinde tamamıyla müreffeh, adil ve güzel bir yere mi getirilecek? Elitlerin, askeri kadroların, basın mensuplarının aklından geçen şey hemen darbe yapmak. Bu aslında Osmanlı’nın yıkılmasından sonra bütün İslam coğrafyasında karşılaştığımız temel bir siyasal yöntem sorunu. Dolayısıyla biz 100 yıldır bir Darbeler Çağını yaşıyoruz. Hobsbawm 19. yüzyılı “Devrimler Çağı” olarak tanımlıyor. Bizler için ise Osmanlı sonrası dönem bir Darbeler Çağı. Çünkü  sadece Anadolu coğrafyasında 60 ihtilali yapılmadı, 17 Mart yapılmadı. Aynı şey Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, Tunus’ta, Irak’ta yapıldı. Arap Nasyonal Sosyalizmi ideolojisi ile bölgedeki ordular bir araya gelip cuntalar oluşturup darbelerle toplumları yönetmeye çalıştılar. 15 Temmuz bu açıdan önemli. Peki, bunun basınla ilişkisi nedir? Türkiye’de nasıl darbeler Osmanlı modernleşmesinin son yıllarında ortaya çıkıp cumhuriyet döneminden günümüze kadar geldiyse -15 Temmuz’a kadar- matbuata baktığımız zaman da darbeyle ilişkileri bu süreçte görmek mümkün. Matbuat kültürü modern bir kültürdür zaten. Aydınlar yetişiyor, gazeteler basılıyor, dergiler çıkıyor, hürriyet deniliyor, ifade özgürlüğü deniliyor, meşrutiyet ilanları yapılıyor. Ancak 1912 yılında Bab-ı Âli baskını ile beraber İttihat ve Terakki’nin kurduğu cuntayla basın susturuluyor ilk defa. Ve basın darbeciler tarafından kontrol edilmeye başlanıyor. Dönemin önemli gazetecilerinden biri olan Hasan Tahsin katlediliyor. Bugün bu konferansın olduğu şehirde yapılıyor bunlar. 1928 yılında Türkiye’de bütün basın susturuluyor. İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla yargılanıyorlar. El-Azize (benim memleketime, bugün Elazığ diyoruz) sürgün ediliyorlar. Basın artık Türkiye’de toplumu temsil eden, ifade özgürlüğünü ortaya koyan bir kimlikten çıkıyor tamamıyla. Darbeci düzenlerin emrine amade olan ve onların söylemlerini kamuoyuna taşıyan, onlar için haberleri çarpıtan, toplumu manipüle eden ve yalanlar uyduran bir platforma dönüşüyor. Örneğin, Menderes’e yapılan müdahalenin toplum nezdinde meşruiyeti için öğrencilerin kıyma makinesinden geçirildiği yalanı üretiliyor. Ve bu yalan, gazeteler aracılığıyla bütün Türkiye’ye yayılıyor. Bu çerçevede brifingler veriliyor, andıçlar yapılıyor, her zaman ana medya dediğimiz akım artık darbeci kadroların, darbeci zihniyetin emrinde çalışmaya yöneliyor. Bunu en etkili biçimde yakın dönemde 28 Şubat darbesinde gördük. Özellikle atılan manşetler –ki buradakilerin birçoğunun hafızasında var-  televizyonlarda yapılan konuşmalar toplumu darbecilerin yaptığı her şeyi meşrulaştırır nitelikteydi.


Medyada 60 darbesinden bugüne medya ve darbe ilişkisi çok değişti.  Her şeyden önce radyo ile bildiri okunulan bir medya olmaktan televizyonlara doğru değişen bir medya var. Aslında darbelerin yapılma tarzıyla medyanın kullanılma tarzı ve medyada kullanılan ilişkiler de değişmeye başlıyor. 1960 darbesi devletin radyosunda okunan bildiri halka açıklanıyor. 12 Eylül darbesi yine devlet televizyonunda gündüz saat 1:00’de paşaların bildiri okuması ile daha net bir biçimde kamuoyuna duyuruluyor. Ondan sonra 2007 yılında e -muhtıra dediğimiz, internet ve sosyal medya dediğimiz yeni bir medya dünyasına giriyoruz. Dolayısıyla artık darbecilerin kullandığı platform sadece gazete değil. Gazete ile birlikte radyo, daha sonra televizyon ve arkasından yeni medya teknolojisi kullanılıyor. Ana medya özellikle Turgut Özal dönemi ile birlikte yeni bir durumla karşılaşıyor. Her zaman darbecilerin emrinde olan ana medya karşısında alternatif bir medya doğuyor. Nasıl ki 90’lardan sonra Türkiye’nin toplumsal değişmesinde orta sınıfın yükselmesi varsa, merkezin yükselerek siyasete yönelmesi varsa bununla paralel bir biçimde bir medya grubu ortaya çıkıyor. Buna ister muhafazakâr medya diyelim, isterse orta sınıfla beraber yükselen yeni medya diyelim. Bu medya az olmasına ve çok güçsüz bir biçimde ortaya çıkmasına rağmen 28 Şubat’ta çok onurlu bir mücadele ortaya koymuştur. Mesela benim mensup olduğum Yeni Şafak gazetesi veya o dönemde Kanal 7’deki İskele Sancak programlarında bu darbenin pratiklerine karşı müthiş bir muhalefet ortaya konmuş ve bundan dolayı da Yeni Şafak’ın sahipleri işkencelere maruz kalmışlardır.

 Darbeler ve medya ilişkisi özellikle 15 Temmuz’u etkileyen boyutuyla 2013 yılından sonra FETÖ yapısı dediğimiz bir medya imparatorluğu olarak tecessüm ediyor. Bu ana medya akımından farklı bir medya grubu. Onlarca radyo, onlarca televizyon, onlarca gazete ve onlarca internet sitesi ile birlikte sivil hükümete karşı çok radikal, çok çatışmacı, çok ötekileştirici bir muhalefet ortaya konuyor. Mesela dönemin meşru hükümetinin başbakanı ve daha sonra Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan sürekli diktatör olarak kodlanmaya çalışılıyor. Ve yine İslamist olarak suçlanmaya çalışılıyor. IŞİD’le işbirliği yaptığına dair çeşitli imgeler, semboller ve yalan haberler üretiliyor. Yolsuzlukla ilgili medyanın bütün küresel imkânları kullanılarak çok pejoratif, çok yalan dolu söylem ifade ediliyor, ortaya konuluyor. Hakikaten bir yabancı araştırmacının dediği gibi FETÖ yapısı, bir medya imparatorluğu olarak toplum üzerinde ciddi bir etki, baskı ve yönlendirme gücüne sahip oluyor. Bu medya imparatorluğu sivil hükümeti devirmeye yönelik adımlar atıyor. Köşe yazıları, haberler, manşetler, televizyonlarda yapılan programlar tamamıyla darbeyi hazırlamaya yönelik toplumsal bilinçaltını dönüştüren çalışmalarla karşılaşıyoruz. 15 Temmuz’a geldiğimizde bu FETÖ medyası, ana akımın  bir takım medya gruplarıyla destekleniyor. Ama Türkiye’de Özal dönemi ile başlayan ve daha sonra gelişen çoklu bir medya trendi var ve bu medya trendi hakikaten 15 Temmuz gecesinde demokrasiye sahip çıkma konusunda büyük bir adım atıyor. Bakın çok büyük bir paradoksla karşı karşıyayız. Devletin televizyonu TRT’de darbecilerin bildirisini okuyor. Öte yandan özel bir medya grubunun televizyonunda Sayın Cumhurbaşkanı darbe gecesinde açıklamalarda bulunuyor ve milleti direnişe çağırıyor. Dolayısıyla o gece ana medya bu tutumu ile adeta Türkiye’nin 100 yıllık tarihinde taşıdığı vebali atmaya yönelik çok pozitif bir adım atıyor. Televizyonda sayın başbakanın, sayın cumhurbaşkanının ve yine  Sayın Bahçeli’nin yaptığı konuşmalarla beraber Türk milleti sokağa dökülüyor ve darbecilere karşı direnişini ortaya koyuyor. Dolayısıyla artık medyanın darbeyle ilişkisi de bu pratik gelişmelerle birlikte değişmeye başlıyor ve yeni bir süreç ortaya çıkıyor.

 Şimdi İslam dünyası ve 15 Temmuz konuşuldu ve bununla ilgili birkaç şey söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum.  Nasıl ki biz Post-Osmanlı ile beraber, Osmanlı’nın çöküşüyle beraber darbe yaptık ve Ortadoğu da bizi ilham alarak o darbeler  gerçekleşti ise 15 Temmuz’da da bu yüzyıllık darbe geleneğinin pabucunu dama attık. Buradan çıktık ve yeni bir süreç başladı. Hani kuş diyor ya Şankıti beyefendi. Buradaki Anka kuşudur. Bu Anka kuşu adaleti, milli iradeyi, demokrasiyi yükselten, kanatlandıran ve İslam dünyasını yeniden uyanışa çağıran bir harekettir. Bu açıdan da çok saygın bir yere ve anlama sahiptir. Arap Baharının ilhamı bu topraklarda ortaya çıktı. Bütün Ortadoğu diktatörler ve isyancılar çatışması ile yanıp tutuşuyor. Bundan kurtulmanın örneğini Türkiye ortaya koydu ve onun için Türkiye’yi durdurmak istediler. Bu nedenle Türkiye’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a, sivil iradeye müdahale etmek istediler. Darbenin bölgesel anlamı budur. Ama bunu başaramadılar. Milli irade kendisini ortaya koydu. Millete liderlik yapan insanlar cesaretleriyle, şahsiyetleriyle, inançlarıyla milletin önüne düştüler ve dolayısıyla bu topraklarda başlayan darbe geleneği yine bu topraklarda son buldu. Artık diktatörler ve isyancılar çatışmasının sona erdiği bir tarihi örnek olarak Türkiye var, Türkiye Cumhuriyeti var, Anadolu toprakları var. Burada umut var isyan yerine, burada demokrasi var diktatörlük yerine, burada yıkıcılık yerine ihya ve medeniyet var.

Hepinizi Sevgiyle ve Saygıyla selamlıyorum.

[1] Ergün Yıldırım’ın 16 Temmuz 2018 tarihinde İstanbul Üniversitesinde düzenlenen 3. Uluslararası Darbe ile Mücadele ve 15 Temmuz Sempozyumunda sunduğu bildirisidir.


http://darbeler.com/2020/06/08/darbeler-caginda-medyanin-rolu-radyodan-e-muhtiraya/


***

12 Eylül Darbesine Giden Yolda Dönemin Siyasi Partilerinin Rolü,

 12 Eylül Darbesine Giden Yolda Dönemin Siyasi Partilerinin Rolü,


12 Eylül Darbesi, silahlı kuvvetler, Giden Yolda, Dönem, Siyasi Partilerinin Rolü, 35 Madde,1963 Anayasası,

Editör Editör
18 Mayıs 2015





Toplumsal ve siyasi hafızada 12 Eylül öncesi yaşanan hadiseler halen yerini korumaktadır. Kaos ve anarşi binlerce insanın hayatını kaybetmesine, yüz bini aşkın insanın cezaevine girmesine ve yurtdışına kaçmasına sebep oldu. Bu ortamın oluşmasında karşılıklı diyalog eksikliği kadar politikada şiddetin meşru bir araç olarak kabul edilmesinin büyük payı vardı.  Bu atmosfer ve yakın geçmişte yaşanan darbeler sonrası henüz normalleşmeyen 
ordu-siyaset ilişkisi olası bir askeri müdahale beklentisini tırmandırmıştı. Nitekim silahlı kuvvetler şiddet olaylarına karşı ülkede ‘huzur ve güven’ ortamı sağlama vaadiyle 12 Eylül 1980’de yönetime el koydu. Bu minvalde benzeri görülmemiş baskı ve cezai uygulamalara başvuran 12 Eylül yönetimi yaklaşık 3 sene süresince ülkedeki bütün siyasi ve sivil faaliyetleri kontrol altında tuttu. Siyasete ve topluma şekil vermek için kullanılan devlet kurumları kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı birçok düzenlemeyi hayata geçirdi. Ne var ki bu ağır baskıların neticesi olarak vatandaş ile devlet kurumları arasında ciddi bir güvensizlik oluşmuş, nihayetinde siyasi ve toplumsal bedeller ödenmiştir.

27 Mayıs Anayasası dernek ve sivil toplum faaliyetlerinin önünü açan bir anayasaydı. Nitekim 1960’lı yılların başından itibaren İşçi-Memur Sendikaları ve Öğrenci dernekleri kurulmaya başlandı. Çoğu sol görüşe yakın bu dernekler 1965 seçimleri ardından Süleyman Demirel liderliğinde tek başına iktidar olan Adalet Partisine karşı muhalif bir tavır içerisindeydi. Özellikle 1968 sonrasında AP karşıtı cephe kuvvetli bir hava yakalarken AP iktidarı sadece meclis gücü ile ayakta duruyordu. Bu dengeler açısından 27 Mayıs öncesi döneme benzer bir tablo oluşmaya başlamıştı.

Diğer taraftan, sağ-muhafazakâr kesimi temsil eden yeni oluşumlar AP’ye nazaran daha ideolojik bir söylem ile halkın karşısına çıkmıştı. 

Eski MBK üyesi Alparslan Türkeş’in 1965’te parti başkanlığına gelmesinden sonra milliyetçi söylemin ağır bastığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) 1969 senesinde ismini Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdi. MHP özellikle gençler üzerinde duruyor ve ideolojik kadrolar yetiştirmeyi amaçlıyordu. 

Adalet Partisi bünyesinde yer bulamayan dindar-muhafazakâr kimliğe sahip bir grup siyasi ise Necmettin Erbakan’ın başını çektiği farklı bir oluşum başlattılar ve 1970 senesinde Milli Selamet Partisini (MSP) kurdular. Aslında ideolojik solu temsil eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1962 senesinde kurulmuş ve 1965 seçimlerinde önemli bir başarı göstermişti, ancak TİP 1968’den sonra artan öğrenci-sendika aktivizmi karşısında gücünü koruyamamıştı.
Adalet Partisi 1969 seçimleri sonrası gerek parti içi ayrışmalar gerek de Öğrenci-Sendika eylemleri ile zayıflamaya başladı. Ülkedeki eğitimli aydın zümrenin çoğunluğu AP iktidarının sona ermesi ve bunun için gerekirse ordunun yönetime el koyması taraftarıydı. Bu fikirlerin yer aldığı dergi ve gazeteler ordu mensupları arasında ciddi takipçi buluyordu. Özellikle 1969 sonrası bazı eski 27 Mayısçı subayların da yardımıyla orduda tekrar bir darbe hazırlığı başlamış ve bu sefer ideolojik çizgileri daha net olan bir harekât planlanmıştı. Öğrencilerin karıştığı şiddet olaylarının artmaya başladığı 1971 senesi Mart ayında iktidara karşı harekete geçmek isteyen askeri cunta 27 Mayıs’ın aksine askeriyedeki yüksek komuta kademesi tarafından engellendi. Bu müdahaleden çok kısa süre sonra 12 Mart 1971 günü TSK tarafından yayınlanan muhtırayla AP hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.

1971 Darbesi emir komuta zinciri içinde, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının kontrolüyle gerçekleşti. Demirel’in istifası ve hükümetin çekilmesinin ardından ordu içindeki cuntacı subaylar bertaraf edilmeye başlandı. Bunu takip eden aylar içerisinde ülkedeki özellikle sol görüşlü dernek, yayınevleri ve sendikaların çoğu kapatıldı. Siyasi faaliyetlerde yer alan binlerce insan tutuklandı ve ağır cezai yaptırımlar uygulandı. 

Kurulan ara dönem hükümetleri süresince ordu üst yönetimi siyasetteki dengeleri yeniden şekillendirmeye çalıştı ancak gerek hükümetlerin oluşumunda gerek de Cumhurbaşkanlığı seçimi süreçlerinde arzu ettiği değişiklikleri gerçekleştiremedi.

12 Eylül’e Giden Süreç

Genel seçimler 12 Mart darbesinden 2 sene sonra 1973 Ekim ayında düzenlendi. Bu süreç zarfında CHP’de önemli bir değişim gerçekleşmişti; partinin 34 senelik lideri İsmet İnönü genel sekreteri Bülent Ecevit’e karşı girdiği mücadeleyi kaybetti ve CHP’den istifa etti. 14 Mayıs 1972’de CHP genel başkanlığına seçilen Ecevit CHP’ye yeni bir söylem getireceği sözünü veriyordu. Nitekim 1973 sonrasında CHP özellikle büyük şehirlerde artmaya başlayan işçi nüfusunun desteğini almayı başarmıştı ve yapılan ilk seçimlerde yaklaşık yüzde 6’lık bir artışla yüzde 33 oy oranına ulaşıp sandıktan 1.parti olarak çıkmıştı.

İkinci olan AP yüzde 30 oy alabilirken seçimin en büyük çıkışını yüzde 11’e ulaşan Milli Selamet Partisi gerçekleştirmişti. Seçimden sonra ise sürpriz bir şekilde CHP-MSP koalisyonu kuruldu ve bu hükümet döneminde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirildi. Ancak ideolojik ayrılıkların sıkça sorun oluşturduğu bu işbirliği 1974 Eylül ayında son buldu ve koalisyon hükümeti dağıldı. Ardından uzun süren arayışlar neticesinde AP-MSP-MHP-GP’nin bir araya gelip oluşturduğu Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Hükümetin ‘Milliyetçi Cephe’ tabirini benimsemesi ülke siyasetinde ideolojik söylemenin güç kazandığının da bir göstergesiydi.

1971 öncesi 6 sene Başbakanlık yapan Demirel 1960 ve 1971 müdahalelerinden bazı dersler çıkardığını, Türkiye’de sadece sandıkta zafer kazanarak ve halkın çoğunluğunun desteğini alarak iktidarda kalmanın mümkün olmadığını öğrendiğini ifade etmişti. Benzer şekilde 27 Mayısçı subaylardan MHP genel başkanı Alparslan Türkeş de iktidarda kalmanın yolunun bürokrasi ve üniversitelerde güçlü olmayı gerektirdiğini söylüyordu. 1970 başlarına kadar sol 
görüşe yakın kadroların ağırlık sahibi olduğu bu alanlarda özellikle 1975’den sonra sağ-muhafazakâr görüş güç kazanmaya başladı. Üniversite ve devlet kurumlarında yaşanan rekabet karşılıklı şiddet yöneliminin artmasıyla kaotik bir süreci beraberinde getirdi.
Üniversite ve liselerde öğrenciler kendi hâkimiyet alanlarını oluşturma gayretindeydiler. Fikrî tartışmalar yerini saha mücadelesine bırakmıştı ve karşıt görüşteki öğrenciler birbirlerini şiddet yoluyla sindirme yoluna başvuruyorlardı. Şiddetin dozajı arttıkça karşılıklı olarak yaralama ve cinayet hadisleri sıklaştı, 1977 senesine gelindiğinde şiddet olaylarındaki yaralı ve ölü sayısı daha önce olmadığı kadar yükselmişti. Bu gerginliğe ek olarak Alevi-Sunni nüfusun bir arada yaşadığı Sivas, Malatya, Kahramanmaraş gibi şehirlerde meydana gelen kitlesel çatışmalarda 100’ü aşkın sayıda insanın hayatını kaybetmesi siyaseten ve toplum nezdinde ideolojik ayrışmayı derinleştirdi.

Bu gergin atmosferde yapılan 1977 genel seçimlerinde CHP önemli bir başarı kaydetti ve yüzde 41 ile tarihinde ulaştığı en yüksek oyu aldı. Parti olarak geleneksel seçmeninin yanında ideolojik motivasyonu kuvvetli sivil toplum kuruluşlarının da desteğini alan CHP sağdaki bölünmeye karşın sol oyların tek adresi olmayı başarmıştı.  Lakin çıkardığı milletvekili sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu ve Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamadı. Ardından tekrar II. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu, ancak mecliste çok ufak bir farkla çoğunluk sayısına ulaşan bu hükümet de kısa süre sonra dağıldı. Yaptığı milletvekili transferleriyle çoğunluğa ulaşan CHP kurduğu hükümet ile 1946’dan sonra ilk kez tek başına iktidara geldi.

Ne var ki CHP iktidarı da derinleşen bu ideolojik ayrışma ve şiddet olaylarının önüne geçemedi. Bilakis 1978 ve 1979 senelerinde üniversite ve sokak eylemlerinde hayatını kaybedenlerin sayısı 1000’e aştı. İdeolojik kaygılarla hareket eden bürokratların birbirlerine karşı güvensizliği, alttan gelen kadroların yeni pozisyon beklentileri ve bozulan üst-alt hiyerarşisi devlet kurumlarındaki işleyişi adeta felç etmişti. Bu şiddet ve anarşi ortamı gündelik hayatın işleyişini iyice olumsuz etkilemeye başlamış, devlet vatandaşın temel ihtiyaçlarını sağlayamaz hale gelmişti. Güvenlik zafiyeti iyice artmış, ufak Anadolu şehir ve kasabalarında, büyük şehirlerin varoş semtlerinde kurtarılmış bölgeler ilan edilmişti.
Ekonomide yaşanan problemlerin de getirdiği baskı altında girilen 1979 ara seçimlerinde CHP önemli bir oy kaybına uğradı. İktidar dönemi yaşadığı zorluklara ek olarak bu oy kaybıyla karşılaşan Bülent Ecevit istifasını verdi ve hemen ardından MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği Adalet Partisi azınlık hükümeti kuruldu. 1980 yılına gelindiğinde anarşi ve şiddet iyice artmış, ilk 6 ay süresince 1200’ün üzerinde cinayet işlenmişti. Her gün neredeyse 2-3 cinayet ve eylem haberi geliyordu. Siyasi parti liderleri ve kamu otoritesi bu gidişata karşı bir çözüm üretemiyor, ancak karşılıklı suçlamalar devam ediyordu. Bu kısır siyasi çekişmelere ek olarak 1980 senesi Mart ayında görev süresi dolan 5.Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine seçilecek Cumhurbaşkanı için toplanan TBMM art arda yapılan oylamalarda bir sonuç çıkaramıyordu.

1978’den itibaren askeri kuvvetler içinde de bazı kıpırdanmalar başlamıştı. Sık değişen hükümetler ordunun üst kademesinde istikrarsızlığa sebep olurken hatıratlarda özellikle 1979 sonrasında yönetime el koyma fikrinin kuvvetlendiği ve buna yönelik hazırlıklar yapıldığı anlatılmaktadır. Nitekim 1979-1980 dönemi yaşanan birçok olayın fail-i meçhul kalması aslında şartların olası bir askeri müdahale için hazırlandığını gösteriyordu. Ancak 1970 sonrası yaşanan ideolojik ayrışma ordu kademelerine de sirayet ettiği için bu hareketin herhangi bir tarafı değil bütün siyasi oluşumları hedef alması planlandı. Aksi yönde bir tutum darbenin başarısız olması sonucunu doğurabilirdi.
Şiddet olaylarının iyice tırmandığı 1980 yazı esnasında askeri kuvvetler artık darbe için zamanın geldiği kanaatine vardılar ve Temmuz ayında müdahale kararı aldılar. Demirel hükümetinin tekrar güvenoyu alması üzerine ertelenen operasyon Fatsa ve Çorum’da yaşanan olaylar, şiddetin kontrol edilemez bir hal alması ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin halen sonuçlanmaması gibi faktörler neticesinde tekrar revize edildi ve ordu üst kademesi Eylül ayında darbeyi gerçekleştirme kararı verdi.

12 Eylül ve Sonrası

12 Eylül 1980 günü askeri kuvvetler yönetime el koydu ve ülke idaresi kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den müteşekkil olan Milli Güvenlik Konseyi’nin uhdesine geçti. Siyasi parti yöneticileri gözaltına alındılar, Demirel ve Ecevit Hamzaköy adasına, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş İzmir Uzunada’ya gönderildiler. Dernekler ve siyasi partilerin faaliyetleri durduruldu, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi. Askerin yönetime el koymasının ilk aşamada çoğunluk tarafından olumlu karşılandığını söylemek mümkündü çünkü devlet mekanizması ve günlük hayatın işleyişi durma noktasına vardığından halkın temel ihtiyaçları dahi karşılanamaz hale gelmişti.

Nitekim ordu kuvvetleri ilk olarak 12 Eylül öncesinin en ciddi sıkıntısı olan şiddet olaylarını durdurmada şaşırtıcı bir hızla başarılı oldu. İdeolojik kutuplaşmanın toplumsal olarak bu kadar derinleştiği bir anda çatışmaları sona erdirebilmeleri aslında silahlı kuvvetlerin dilediğinde bu güce sahip olduğunun da kanıtıydı. Darbenin ilk gününden itibaren emir komuta zincirinin korunması ve Milli Güvenlik Konseyi’nin bütün ipleri eline alması olası muhalif seslerin yükselmesine karşı önemli bir engel oldu. Bu güç temerküzünün geldiği noktada adeta ülke idaresine dair yasama, yürütme ve yargı güçlerinin hepsi MGK’yı oluşturan 5 General’de toplanmıştı.

Siyasal partiler açısından bakıldığında 12 Eylül yönetiminin hangi yöne evrileceğine dair tereddütler vardı. Herhangi bir ideolojik taraftan yana olması durumunda diğer partiler açısından oldukça riskli bir durum oluşacaktı çünkü gerek 27 Mayıs gerek 12 Mart darbeleri sonrası sert ve kanlı tedbirler uygulamaya sokulmuştu. Nitekim aylar geçtikçe darbe yönetimi baskı ve şiddetin dozajını arttırmaya başladı ancak bu tavrını bütün siyasi parti ve görüşlere karşı uyguladı. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel sürekli gözetim altında tutuldular, Necmettin Erbakan 9 ay Alparslan Türkeş ise yaklaşık 4,5 sene ceza evinde kaldılar. Darbe sonrası dönemde yaklaşık 650.000 kişi tutuklandı ve 98.000 kişi örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandı. Binlerce insan yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Özellikle ülkücü ve solcu kesimden gençlere karşı daha sert bir tavır takınıldı ve toplam 517 kişiye idam cezası verildi. Bu cezalardan çoğunluğu genç olan 50 ismin cezası infaz edildi. Rakamlar göz önüne alındığında 12 Eylül idaresinin 27 Mayıs ve 12 Mart’a mukayeseyle çok daha sert cezalara başvurduğunu söylemek mümkündür.

12 Eylül sonrası siyasi parti ve sivil dernek faaliyetleri de yasaklanmıştı, bu kapsamda 20.000’den fazla derneğin faaliyetine son verildi. Kamusal alan, medya ve dernek faaliyetlerinde herhangi bir şekilde ideolojik anlam içeren en ufak bir ibarenin dahi kullanımı yasaklandı. Fikren sakıncalı olduklarına kanaat getirilen 1000’in üzerinde akademisyen ve 3500’den fazla öğretmen görevlerinden uzaklaştırıldılar. 27 Mayıs’a benzer bir şekilde Atatürkçülüğü üst çerçeve olarak benimseyen darbe yönetimi bunun dışında herhangi bir ideolojik yönelime tolerans göstermedi. Bunun yanında sınırlı bir çerçevede dini değerlerin öne çıkarılması ve okullarda din derslerinin zorunlu hale getirilmesi toplumun çoğunluğu tarafından kabul görecek stratejik adımlardı.

12 Eylül’ün bir diğer sonucu 10.000’in üzerinde insanın siyasi mülteci olarak yurt dışına kaçması oldu. Çoğu eğitimli olan bu bireylerin ülkeyi terk etmesi aynı zamanda ciddi bir beyin göçü anlamına geliyordu. 27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri sonrası daha kısıtlı ölçüde görülen kaçışların 12 Eylül’de bu şekilde artması yine 12 Eylül yönetiminin düşünce hayatı ve faaliyetlerine karşı müsamahasız tutumunun bir başka göstergesiydi. Siyasi mültecilerin yurt dışındaki Türk toplumunun bilinçlenmesi açısından olumlu etkileri olsa da özellikle bu kadar çok ismin kaçmak zorunda kalması dış dünyadaki Türkiye algısına dair hoş bir izlenim bırakmamıştı. Nitekim zaman içinde siyasi kaçak hayatı yaşayanların Türkiye’ye geri dönmelerinin yolunu açacak bazı düzenlemeler getirildi.
12 Eylül yönetimi 27 Mayıs Anayasası yerine yeni bir anayasa yapma çalışmalarını tamamladı herhangi bir muhalefete izin verilmediği ortamda gidilen halk oylaması sonucunda Anayasa 7 Kasım 1982’de yüzde 91 oyla kabul edildi. Bu oylamanın bir neticesi olarak Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Aslında 12 Eylül Anayasası 27 Mayıs’ta askeri kuvvetler ve bürokrasiye verilen imtiyazları yeniden güvence altına alıyordu. Buna ilaveten 27 Mayıs’ın aksine bireysel özgürlükleri ve sivil toplum faaliyetlerini kısıtlayan, üniversite ve liselere ciddi kontrol mekanizmaları getiren uygulamaları yürürlüğe koydu. Mesela Yüksek öğretim Kurumu 12 Eylül Anayasası’nın getirdiği bir düzenlemeye binaen ihdas edilmişti.

12 Eylül yönetimi seçim tarihi olarak 6 Kasım 1983’ü belirledi ve yasaklı olan siyasi liderlerin seçimlere katılmasına izin vermedi. Darbe yönetiminin dolaylı destek verdiği Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi favori olarak görülmesine karşın seçimlerden üçüncü parti olarak çıkabildi; sandıkta en yüksek seçimden 4 ay önce kurulan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) aldı. Turgut Özal 1980 öncesi MSP üyeliği olan, ardından AP hükümeti döneminde üst düzey bürokratlık yapmış ve muhafazakâr-teknokrat kimliğiyle tanınan bir isimdi. ANAP’ın yüzde 45 oy oranıyla tek başına iktidara gelmesi 12 Eylül yönetimini rahatsız etmiş olsa da MGK yönetimi fiilen son buldu ve 12 Eylül sonrası demokratik sisteme dönüş süreci başladı.
Ancak darbeden sonra 12 Eylül yönetiminin benimsemediği ANAP’ın 8 sene iktidarda kalabilmesi, 1987 senesindeki referandumla eski siyasi liderlerin yasaklarının kalkması ve siyasete geri dönmeleri, aslında askeri kuvvetlerin siyasette arzuladığı değişimin toplum nazarında tam kabul görmediğinin de bir işaretiydi. Hatta 1989’da Kenan Evren’in emekli olmasıyla ilk kez sivil kökenli bir isim olan Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Siyasal tercihlerin tepeden zorlama yönlendirmelerin aksi yönde seyretmesi örneğine 28 Şubat 1996 müdahalesi sonrasında bir kez daha şahit olundu. 

Sonuç

12 Eylül öncesi yaşanan olaylar Türkiye’nin genç ve eğitimli nüfusuna verdiği zarar açısından emsali az rastlanan bir örnektir. Gençlerin siyasi beklenti ve taleplerini şiddet yoluna başvurarak ifade etmesi, fikrî tartışmanın yerini fiziki mücadelenin alması gelecekte topluma önemli katma değer sağlayacak bireylerin erken yaşta önlerinin kesilmesine sebep olmuştu. Vakitlerini bu mücadeleye ayıran gençler kendi alan ve becerileriyle alakalı konularda yetiştirme fırsatından yararlanamadılar. Bu tecrübeler şahsiyet gelişimi ve fikrî olgunluk açısından gençlere önemli katkı sağlamış olsa da, ideolojik koşullanma ve şiddet kullanımındaki aşırılıklar belli düşünce ve davranış kalıplarının kitleler nezdinde kabul görmesini mümkün kıldı.

Bu noktada tabii ki devlet yöneticileri ve siyasilerin tavırları da belirleyici rol oynamıştı. Siyasi liderlerin anlık pragmatik kaygılarla hareket etmeleri, sokak ve üniversite çatışmaları karşısında herhangi bir pratik çözüm ve yapıcı söylem üretememeleri bu alanda boşluk doğurmuştu. Hatta zaman zaman yapılan açıklamalar gençleri daha ziyade şiddete teşvik ediyordu. Siyasilerin bu tavrına karşılık askeri kuvvetler ve güvenlik güçlerinin anarşi hadiselerinin engellenmesinde 12 Eylül sonrası gösterdikleri iradeyi 12 Eylül’den önce göstermemeleri ayrı bir soru işareti olarak güncelliğini korumaktadır.
12 Eylül rejiminin sert tedbirleri ve ardından hazırlanan Anayasa askeri kuvvetleri ilk aşamada istenilen sonuca ulaştırdı ve anarşi olayları son buldu, ancak uzun vadede geniş kitleler nezdinde devlet kurumlarına olan güveni algısı ve adalet duygusunu zedeledi. Bu psikolojik kırılma etnik ve mezheb odaklı şiddet örgütlerinin gelişmesine zemin hazırladı. 12 Eylül sonrası uygulamaların toplumsal hafızada canlı tutulması devletin vatandaşla güven ilişkisi kurmasının önünde en büyük engellerden biri haline geldi.
12 Eylül darbesi aynı zamanda ordu içerisindeki siyasete müdahale yanlısı cuntaların canlı kalmasını sağladı. Nitekim 28 Şubat 1997 darbesi ve ardından yaşanan süreç bu yönelimin halen kabul gördüğüne ve siviller arasında da çokça taraftar bulmaya devam ettiğine bir kanıt oldu. Ancak darbeleri düzeni ve rejimi koruma adına gerçekleştirdiğini savunan silahlı kuvvetler her ne kadar uzun süre idarede kalmasa da bu rolünün dışına çıkmış, ihdas ettikleri kurumlar ve yazdıkları anayasalar ile toplumu kontrol edip dönüştürmeyi amaçlamıştır.
Seçmen yönelimlerini incelediğimizde gerek 27 Mayıs gerek 12 Eylül sonrasında halkın kendi doğrularını sandığa yansıtmaya devam ettiğini görebiliriz. Yukarıdan yapılan baskı ve yönlendirmeler siyasi tercihleri fazla etkileyememiş, ancak sandığa yansıyan irade ile siyasi partiler değişime zorlanmıştır. Nitekim 12 Eylül’ün ortadan kaldırmak istediği siyasi hareket ve liderler güçlü bir şekilde geri dönmüş ancak daha sonra doğal süreç neticesinde siyasetteki etkilerini kaybetmişti.
Diğer taraftan, 12 Eylül rejimi 1980 öncesi Türkiye’sinden tamamen farklı bir toplum yapısı inşa etmeyi amaçlamış ve bu dönüşümde kısmen de olsa başarı sağlamıştır. Önceliği ideolojik kaygıları törpülemeye verdiler ve özellikle gençliğin siyasi faaliyetlerden uzak durmasını istediler. Bu doğrultuda alınan sert tedbirler ve cezalar neticesinde 12 Eylül öncesinde faaliyette olan gençlik yapılanmalarından neredeyse hiçbiri etkinlik gösterme fırsatı bulamadı. Spor ve eğlence kültürünün yaygınlaşması teşvik edilirken eğitim öğretim kurumları ve müfredatında ideolojik tavırların gelişmesine derhal müdahale edebilecek mekanizmalar geliştirdiler. Buna ek olarak 1980 sonrası dünya genelinde soğuk savaşın zayıflaması ve neo-liberal uygulamaların ANAP iktidarında Türkiye’de hâkim olması 2000’li yıllara girerken bireysel ve apolitik kaygıları ağır basan bir cemiyet hayatının güçlenmesine kapı araladı. 

KAYNAKÇA

HAKKI ÖZNUR, ÜLKÜCÜ HAREKET (6 CİLT)
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU, BİTMEYEN YOLCULUK
TANEL DEMİREL, ADALET PARTİSİ: İDEOLOJİ VE POLİTİKA
TURAN FEYİZOĞLU, FIRTINALI YILLARDA ÜLKÜCÜ HAREKET
TURHAN FEYİZOĞLU, TÜRKİYE’DE DEVRİMCİ GENÇLİK HAREKETLERİ TARİHİ
ÜMİT CİZRE, AP-ORDU İLİŞKİLERİ
ORAL ÇALIŞLAR, LİDERLER HAPİSHANESİ
MEHMET BARLAS, TURGUT ÖZAL’IN ANILARI

12 EYLÜL BELGESELİ 
HTTPS://WWW.YOUTUBE.COM/WATCH?V=K39ZGTLBDAM&NOREDİRECT=1
http://darbeler.com/2015/05/18/12-eylul-darbesi/


***