21 Ocak 2016 Perşembe

TÜRKİYE, ÖRTÜLÜ BİR SÖMÜRGE YAPILIYOR... YAVAŞ YAVAŞ...


   
TÜRKİYE, ÖRTÜLÜ BİR SÖMÜRGE YAPILIYOR... YAVAŞ YAVAŞ...
 
 
Prof. Dr. Erol MANİSALI
MAYIS 2002
Sayı: 45

Sorun, Türkiye AB'ye girdiği zaman neleri kaybedeceği sorunu değildir. Sorun, "Türkiye'nin AB'ye alınmadan, neleri kaybetmekte olduğu" hadisesidir.
Türkiye'de "anayasanın, kanunların daha demokratik yönde değiştirilmesi meselesi" olumlu bir gelişmedir. Ancak bu olumlu gelişmeler, "Türkiye'nin AB dışında tutularak, AB'ye tek taraflı bağlanmasının" bir sebebi olarak kullanılamaz. Böyle bir yaklaşım, siyaset, iktisat ve akıl ile bağdaşmaz.
"Türkiye AB'ye alınmasa da, bu sayede alınacakmış gibi düşünülerek iyi yönde hazırlıklar yapılıyor. O zaman AB'ye yarın alınmasak da, yapılan şeyler kâr kalır" diyenler çoğunlukta. Ancak bu arada, a) AB, Türkiye'yi kendisine tek taraflı bağlıyor; b) Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan ödünler alıyor. O zaman bu anlayış kına gecesi ile zifaf gecesi arasında bir fark görmemek kadar abes olmazmı?
Türkiye - AB ilişkilerinde AB tarafı "kendi çıkarını" her alanda fazlası ile koruyor. Türk tarafı ise Türkiye'nin çıkarlarını siyasi, iktisadi ve kurumsal alanlarda koruyamıyor. Acaba neden? Çünkü Türkiye tarafında "Türkiye adına karar verenler" dar bir çevre. Bu çevrede "büyük sermaye" egemen: Büyük sermayeye bağımlı entelcensiya ve bürokrasi egemen. Bu dar çevre, Türkiye-AB ilişkilerinde, "Türkiye'nin çıkarlarını değil, dar bir çevrenin çıkarlarını koruyor". AB, Türkiye'de işbirliği yaptığı bu dar çevre ile ilişkileri çok iyi götürdü. Ancak Avrupa Ordusu (AGSP) meselesinde sorun çıktı. Diğer alanlarda yürütülen "tek taraflı ilişki düzeni", askeri alanda sırıtıverdi. TSK, AB'nin tek taraflı bağımlılığa yol açan tutumuna karşı çıktı.
Oysa AB, Türkiye içindeki "dar çevre ile" 1995'teki gümrük birliği belgeseli ile başlayan "tek taraflı ilişkileri" çok iyi yürütüyordu. Öte yandan AB, tek yanlı avantajına ek olarak, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, Ermeni meselesi gibi alanlarda da ödünler istemeye başladı. NATO-Avrupa Ordusu meselesi çıkmasaydı, bu ödünlerde de ilerleme olabilirdi. Ancak TSK'nin gözü açıldı ve AB'nin "gerçek niyetini" geç de olsa gördü.
AB, Türkiye üzerinde sivil toplum örgütlerini kullanmak istiyor. Kullanma yöntemi olarak da bunları "besleme" yolunu seçti. Vakıflara, derneklere, meslek kuruluşlarına mali ve teknik yardım yaparak yönlendiriyor. Bu yönlendirmenin amacı, "Türkiye'nin AB'ye tek taraflı bağlanmasının altyapısını hazırlamak".
AB'nin bu "rüşvetini" ceplerine indirmeye hazır, oldukça geniş bir kesim var. Hatta bunların bazıları bu AB rüşvetini "Atatürkçülük, Batılılaşma, uluslararası işbirliği" gibi süslü vitrinler arkasına gizliyorlar.

Küreselleşme ve işbirliği adı altında,

- Bürokrasiye,
- Üniversitelere,
- İşçi sendikalarına, meslek kuruluşlarına,
- Vakıf ve derneklere kadar yaygınlaştırılarak sürdürülüyor.
Bütün bunlar, yeni sömürgeleştirme faaliyetleridir ve AB, Türkiye'nin içinde bulunduğu zaaflardan yararlanarak bunları yürütmektedir. Temeldeki sorun ise, "Türkiye'yi fiilen yönetiminde tutan dar bir çevrenin, bütün bu faaliyetlere destek vermesi ve yönlendirmesidir".
Bu nedenle Türkiye, ulusal çıkarlarını koruyamamakta, tek taraflı bağlanarak örtülü bir sömürge düzeni altına girmektedir. Tek yanlı anlaşmalar, gönüllü kuruluşların bağlanması, bürokrasinin "perspektifinin" yönlendirilmesi, entelecensiyanın denetim altına alınması ile işin altyapısını hazırlamaktadırlar.
Aslında, Türkiye'yi AB'ye tek yanlı bağlamakta olan bu dar çevre "Türkiye değil", AB'nin Türkiye'deki uzantısıdır. Taklitçi Tanzimatçıların torunlarıdır; Atatürk devrimleri ile, savaşıp da o yıktığımızı sandığımız çevrelerin yeni uzantılarıdır.
 
..

HALKIN ORTAK COŞKUSU...



 
   
HALKIN ORTAK COŞKUSU...

Prof. Dr. Erol MANİSALI
NİSAN 2002

Türkiye-AB tartışmasında gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Türkiye-AB ilişkileri uzun yıllardan beri "kapalı devre" yürütülmekteydi. Mecliste, hükümetlerde, sendikalarda tartışılmıyordu. Halkımız ne olup bittiğinin farkında değildi.
Medya tarafından halka genellikle "yanlış ve eksik bilgi" veriliyordu. Siyasiler oy hesabı içinde, "doğruyu söyleme cesaretini gösteremiyorlardı."
Meseyi görüp de gerçekleri halka duyurmak isteyen uzmanların ve aydınların sesleri "özellikle kısılıyordu" Halkın gerçekleri görmesi engellenmekteydi. Türkiye'nin "demokrasiye evet sömürüye hayır" politikasına girmesi engelleniyordu.
İlişkiler sadece "Kopenhag kriterlerine odaklanmış", bu ölçülere uyulunca AB'nin Türkiye'yi tam üye yapacağı yalanı söyleniyordu. Bazı siyasilerin, bazı bürokratların, bazı büyük sermaye çevrelerinin bölücülerin İslamı siyasallaştırmak isteyenlerin bu yalanın sürdürülmesinde kendilerine göre hesapları vardı.
Bu çevrelerin "etrafına" bazı yazarlar ve öğretim görevleri çöreklenmişlerdir. Belgeli tanımı ile, "Brüksel temsilcilerine fena halde ihtiyacı olanlar da" bilinen isimlerdir...  

http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/nisan02_03.html

AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ

 
 

 
   
AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ
 
 
Prof Dr. Erol MANİSALI
MART 2002
 
Harp Akademileri Komutanlığınca düzenlenen "Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl oluşturulur." konulu sempozyumda Prof Dr. Erol Manisalı'nın "Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye Etkileri" başlıklı konuşmasınının tam metni.
 
1- Değerlendirmelerde kullanılan varsayımlar:
 
- AB'nin Türkiye'nin bulunduğu çoğrafyaya etkileri ele anırken, bu coğrafyanın sınırları olarak; Ege ve Balkanlar: Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve İran ile AB dışı, Karadeniz bölgesi ele alınmıştır. Bu alan Türkiye ile birlikte Arap Ortadoğusu, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek'i kapsar.
- AB'nin bu bölge ve ülkelere "etkileri" kapsamında da, siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel" değerlendirilmiştir.
- Analizler, AB'nin bu gün devam eden bütünleşme sürecinin, yarın da aksamayacağına ve sonunda " Avrupa Birleşik Devletleri'nin federasyon ya da konfederasyon sınırları arasında gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmıştır. AB'nin, soğuk savaş sonrası döneminde (Orta vadede) , ABD merkezli bir dünya düzenine "karşı koyabilmesi" Uzun dönemde) de Çin ağırlıklı Asya Platformu karşısında gerilememesi için, AB içindeki bütün sorunlara rağmen , Avrupa Birleşik Devletleri'ni kurma yönünde ilerlemesi, vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkmaktadır. AB bu nedenle, tek ekonomik bütünlük, tek askeri güç ve ortak bir anayasa çatışı altında bütünleşmek zorunda bulunmaktadır.
Bunun esas gerekçesi "dünya üzerinde stratejik bir güç" olarak geri kalmama (hatta ilerleme) meselesine dayanmaktadır...
 
- Analizlerde kabul ettiğim başka bir varsayım ise " AB'nin uzun vadede de Türkiye'yi içine tam üye olarak almayacağı (alamayacağı) " hadisesidir. Bu varsayımın gerekçelerini, "Avrupa Çıkmazı" adlı kitabımda ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. AB için Türkiye'yi içine almasının siyasi, iktisadi ve kültürel bedeli (maliyeti) olağanüstü boyutlardadır. AB, 1995 Gümrük Birliği belgesi ile, Türkiye'den almak istediği her şeyi, hem de sıfır maliyetle elde etmiş bulunmaktadır. AB'nin Türkiye'yi içeri alması durumunda,
 
a) İş gücünün serbest dolaşımı dolayısıyla Türkiye nüfusunun AB'ye akması;
 
b) Türkiye'ye "Zengin üyelerden fakir üyelere yardım fasıllarından" büyük parasal yardım yapma zorunluluğunda olması ;
 
c) ileride, Türkiye'nin en yüksek nüfusa sahip ülke olarak AB'yi Almanya ile birlikte yönetir duruma gelmesi gibi AB'yi çok olumsuz etkileyecek bir bedel ödemesi durumuna getirir.

Ayrıca AB'nin Müslüman Türkiye'yi alıp Hıristiyan Rusya'yı, Beyaz Rusya'yı dışarıda bırakması imkansızdır. Bu ülkeleri ve Türkiye'yi tam üye olarak almış bir Batı Avrupa, kendi refah seviyesini geriletmiş olur.
AB zaten Türkiye'yi içine alacak olsa, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu'na (AGSP) tek yanlı bağlama konularında Türkiye'yi sıkıştırmazdı.
Bütün bu konularda Türkiye'nin üzerine gelip dayatmalarda bulunması, Türkiye'yi yarın da almayacağının (alamayacağının) en açık göstergesidir.

2- AB'nin bölgeye yönelik politikaları:

a) AB bu bölgede " ikinci bir halka " oluşturmak istemektedir.
 
b) İçine almadığı ülkeleri, " Kendisine tek taraflı bağımlı hale " getirmek amacındadır.

- Türkiye ile yaptığı "Gümrük Birliği " Anlaşması bunun bir örneğidir. Şu anda Türkiye, AB'ye tek taraflı bağımlı durumdadır. Türkiye "AB'nin dışında olmasına rağmen, AB'nin dış ticaret politikasını uygulamakla yükümlüdür." Bu yükümlülükler Türkiye'yi AB'ye "yavaş yavaş daha bağımlı" hale getirmektedir.
- İş çevreleri, işçi sendikalarının bazıları, bazı kamu kuruluşları, üniversiteler, bazı medya kuruluşları yavaş yavaş AB'nin güdümüne girmektedirler. AB'deki çokuluslu firmaların Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır. Birçok imalat sanayii alanında firmalar el değiştirmiş ve AB firmalarının egemenliği artmıştır. Bankacılık, turizm, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi alanlara da hızla girmektedir.
- Zaman içinde Türkiye'nin " tamamen AB'ye tek taraflı bir yapıya sahip duruma getirileceğini " ve artık " kemikleşecek " olan bu yapılanmanın, Türkiye'deki ulusalcı, çevreler tarafından hiçbir biçimde değiştirilemeyceği nin  politikası içindeler. Son 12 yıl içindeki istatistiklere baktığımızda özellikle 1995 'ten itibaren ivmesi artan bir tek yanlılığın ortaya çıktığını görmekteyiz. Sanayi, ticaret, tarım, turizm, ulaştırma, bankacılık, eğitim, sağlık alanlarındaki istatistikler, "tam bir netlikle bu acı gerçeği" ortaya koymaktadır.
- AB, kendi içine almayacağı Akdeniz ülkeleri ile (Fas'tan Ürdün'e kadar) MEDA (Akdeniz İktisadi Kalkınma Programı) çerçevesinde ilişkilerini hızla geliştirmeye başlamıştır. 1990 - 1991 Körfez bunalımı sonrasında ABD ve İngiltere, Körfez'e askeri olarak yerleşip Arap Ortadoğusu'nu denetimine alınca Akdeniz, "eski sahipleri" AB'ye bırakıldı ve MEDA programı ağırlık kazandı. AB, MEDA çervesinde Fas'tan Ürdün'e kadar uzanan Arap Ülkelerini ve ('FKÖ) güneydeki "İkinci Halka" olarak AB'ye ekonomik olarak "bağımlı " kılacak bir politika izlemeye başladı.

Son yıllarda Kuzey Afrika ülkeleri ile "ikili serbest Ticaret anlaşmaları" yaparak kendisine ekonomik ve ticari yönlerden bağlama politikasını yürütegelmektedir. Bunlar "aday ülke" değillerdir.

İşin ilginç tarafı "aday ülke" olan Türkiye'de MEDA kapsamı içine alınmıştır. AB'den "Yunanistan'ın veto ettiği yardımlar" alınamamakta buna karşılık MEDA kapsamında Türkiye'ye "sembolik" yardımlar yapılmaktadır.
AB bu bağlamda, Akdeniz'i AB'nin bir iç denizi gibi görüp kendi iktisadi, siyasi ve stratejik denetimine yönelik bir politika izlemektedir. Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve AB içine almak için aceleci davranışı, "ileride Türkiye'yi AB içine almama politikasının" bir sonucudur. Türkiye'yi yarın içine alacak olsa, Kıbrıs'ta uyuşmazlığın çözümünü zamana yayar. "Türkiye'nin AB'ye girişi ile eş-zamanlı olarak" kolayca çözebilirdi.
AB'nin Türkiye politikası, Ege konusunda da kendini göstermektedir. AB parlamentosu'nun 15.12.1996 tarihli kararına göre Ege'deki ihtilaflı bölgeler konusunda, "Türkiye'nin Yunanistan'ın ve AB'nin Egedeki haklarını çiğnediğini" ifade ederek Ege'yi AB'nin bir iç denizi olarak görmekte, Türkiye'nin ileride AB'ye alınmayacağının bir göstergesi olarak ortaya koymuş bulunmaktadır.
Balkanlarda da AB, kuzey Afrika örneğine benzer bir politika izlemektedir. Arnavutluk, Bosna, Hersek, ve Mekedonya ile "ikinci halka" ilişkileri planlamaktadır. Sloven'yadan başka Yugoslavya (yeni) ve Hırvatistan da ileride AB'ye mutlaka alınacaktır.
Romanya ve Bulgaristan konusunda bazı tereddütlerin bulunduğu NIC, (nationel Intelligence Council -C.I.A.) Globbal Trend 2015 raporunda (2 Aralık 2000) da yer bulmaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye AB'nin içine alınmayacaktır.
 
3- AB'nin Ortadoğu politikası, enerji ve PKK konusu:

AB derken İngiltere'yi ayırarak değerlendirmek, "Kıta Avrupası" demek daha doğru olur.
-Körfez Krizi sonrasından ABD ve İngiltere "stratejik ortaklar" olarak Ortadoğu'ya yerleşmişler ayrıca "İngiliz Toprağı sayılan" Kıbrıs'taki iki İngiliz üssü de ABD tarafından kullanıla gelmektedir.
AB'nin büyükleri Almanya ve Fransa, Akdeniz'in yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda da ABD ingiltere ikilisini "dengeleme" amacına yönelik politikalar izlemektedir. En çarpıcı olanı, bölgedeki kürtler konusunda "ABD- ingiltere ikilisi" ile "Almanya - Fransa ikilisi" arasında süregelen çekişmedir.
Bu çekişme, "Türkiye'ye ödetilerek" Türkiye'nin sırtından yürütülmektedir. En azından, izledikleri politikanın sonuçları bu yönde gelişebilemektedir.
1992 'den itibaren ABD İngiltere ikilisi K.Irak'ta kukla bir Kürt devletinin biçimsel altyapısını, "tamamen dışardan uygulayarak" yürütmüşlerdir. Bunu Başbakan Sayın B. Ecevit de kamuoyuna açıklamıştır. (Aralık 2001, Ocak 2002 çeşitli gazeteler ve TV beyanları). Ancak TSK böyle bir kukla devletin ilanını savaş nedeni sayacağını ortaya koymuştur. ABD ve İngiltere'nin K. ırak'ta yürüttükleri politikaya karşılık AB (Kıta Avrupası), PKK'yi AB güdümünde siyasallaştırarak Anadolu'dan K. Irak' taki Amerikan - İngiliz girişimini "dengelemek" istemektedir.

ABD ve İngiltere'nin K. Irak kartına karşılık PKK'yi AB denetiminde) " Ortadoğu-Kafkasya hattında kullanabileceği bir maşa, bir köprü başı olarak" görmektedir.
PKK'nın kıta Avrupası'nda siyası destek görmesinin arkasında yatan esas neden budur. Büyük güçlerin bölgedeki "stratejik paylaşım kavgasında" kullanabilecekleri araçlardır.

Bir varsayım olarak; ABD ileride, K.Irak' ta İncirlik düzeyinde üs inşa eder ise Kafkasya ve İç Asya dengelerinde önemli değişmeler olur. Almanya, Fransa gibi ülkeler enerji politikalarında zaafa uğrarlar.

4- AB ve Karadeniz Bölgesi:

AB, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı aynen Türkiye gibi , içine almadan yoluna devam edecektir. Bu ülkeleri ekonomik, ticari ve mali olarak AB'ye "bağımlı halde tutmaya" çalışacaktır. Bu konuda Almanya önemli girişimler içindedir. Almanya ile Rusya doğalgazını, yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar.
Bu yönü ile Rusya'nın elinde de önemli kozlar bulunmaktadır.
5- İlginç bir biçimde, AB ile ilişkilerinde,
 
" Türkiye, Rusya ve Ukrayna ve beyaz Rusya aynı kaderi " paylaşmaktadırlar. Hepside AB içine alınmayacaklar "Ancak AB tarafından , AB'ye bağımlı ikinci bir halka içinde tutulmak isteyeceklerdir. Çin 'in Asya'daki ülkelerle oluşturmak istediği "Asya Platformu" gerçekleşebilirse "Asya'daki önemli bir iktisadi siyasi ve askeri güç merkezi" ortaya çıkacaktır. Bu durum, ABD'nin olduğu kadar, AB'nin de AB'nin doğu sınırındaki ülkeler ile ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir.

6- AB'nin Bölge Politikası ve Türkiye

AB Türkiye'yi dışlamayacak" ancak, daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı Avrupa Birleşik Devletlerinde Türkiye'ye yer vermeyecektir.
AB'nin esas amacı, Türkiye'yi aynen Kuzey Afrika ülkelerinde ve Rusya - Ukrayna politikasında olduğu gibi kendi etki (denetim) alanı içinde" tutma politikası gütmektir.
- 6 Mart 1995 Belgesi ile başlatılan tek yanlı ticari ve iktisadi bağımlılığı bürokrasiye, eğitime, sivil toplum örgütlerine yayarak Türk siyasetini denetim altında tutmak istemektir.
- Türkiye'nin 1999'da başlatılan adaylık sürecinin "Türkiye'nin önüne sürekli engeller konularak oyalanması" amacı güdülmektedir.
a) Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla Yunanistan'ın denetimine sokulması için baskı yapılmaktadır.
b) PKK'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi, siyasallaştırılması çabaları, AB ülkelerinden etkili destek sağlanması Türkiye - AB ilişkilerinı yarın da olumsuz etkileyecek bir politikadır.
c) Ermeni meselesinde AB, "Türkiye eğer soykırım yaptığını kabul etmez ise Türkiye - AB ilişkileri gelişemez " demektedir.

Avrupa Ordusu (AGSP) konusunda da Türkiye'yi dışlamaktadır.
Bütün bunlar "şimdilik" Türkiye'nin önüne konmuş engellemelerdir. Yarın bunlara daha başkaları da eklenebilir. AB'nin bu politikası, "Türkiye'yi sürekli kapının önünde tutmak, bu arada alabildiği ödünleri almak ve tek yanlı bağımlılığı kemikleştirmek" biçiminde özetlenebilir.

Sonuç;
 
AB'nin Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye yönelik politikası, "Yukarıda ortaya konan gelişmelerin ışığında" Türkiye'nin ulusal politikaları ile birçok konuda çatışma içide bulunmaktadır. Temel sorun "AB'nin Türkiye'yi içinde alamayacağı" hadisine dayanmaktadır. Türkiye AB ile tek yanlı bağımlılığını sürdürür ise " Kıbrıs, Ege, PKK, Ermeni ve AGSP konularında, orta ve uzun vadede stratejik ödünler vermek zorunda kalacaktır."

ABD'nin de, K. Irak, Kıbrıs, Ege, Ermeni konularında, "Türkiye'nin Ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" politikaları bulunduğu için, "AB ve ABD'yi Türkiye konusunda tamamen karşıt politikalar içinde değerlendiremiyoruz." Bu nedenle aralarında rekabet ve çekişme olsa bile, anılan konularda, "Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" ortak bir zemin üzerinde bulundukları görülmektedir.
Türkiye kaçınılmaz olarak "AB'nin yakın bölge üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edecek dengeleri kurmak zorundadır."
Bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Asya Platformu ile "ortak çıkar noktalarının geliştirilmesi" yeni denge arayışlarında en önemli unsur olacaktır.
TSK'nin inisiyatif alarak bu konuda ilerlemeler sağlamasını, yeni denge politikaları arayışlarında olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir".

KIBRISTA ÇÖZMEK Mİ? ÇÖZÜLMEK Mİ?


 
KIBRISTA ÇÖZMEK Mİ? ÇÖZÜLMEK Mİ?



Prof. Dr. Erol MANİSALI
ŞUBAT 2002  
 
 
Kıbrıs uyuşmazlığının çözümünde Avrupa ve Yunanistan şu formülü kabul ettirmeye çalışıyorlar:
- Federasyon -konfederasyon arası bir "orta yol" bulunarak Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye dışarda iken içeriye alınması: AB'nin Kıbrıs Türkleri için bazı güvenceler vermesi Türkiye'nin garantörlüğünün "sulandırılarak" kabulü Türkiyenin adada sembolik ölçülerde askerinin bulunması
Böyle bir yapı, 1960 statüsünün çok gerisindedir. Ayrıca Kıbrıs, AB'nin " iç meselesi" haline gelmekte siyasi ve askeri sınırları içine alınmaktadır. Ada üzerinde 1960'ta kurulmuş Türk - Yunan dengesi tamamen ortadan kalkmaktadır.

Kıbrıs AB'nin İç Meselesi olur
 
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin böyle bir yapı içinde AB'ye girmesi, Türkiye dışarda olduğu için Kıbrıs meselesini AB'nin"iç meselesi" haline getirir. Türkiye'ye verilecek güvencelerin sulandırılmış garantörlüğün zaman içinde hiç bir anlamı kalmaz.
Çünkü AB, uluslar- üstü bir işleyiş yapısına ve statüsüne sahiptir. AB sınırları içinde AB üst kurumlarının alacağı kararlar esastır. Kıbrıs Türkleri ayrı bir siyasal kimlik (devlet) olarak AB içinde yer almadıkları için çıkarlarını koruyamazlar. Sadece genel esaslar çerçevesinde "azınlık haklakından" yararlanabilirler. Aynen Batı Trakya Türklerinde olduğu gibi Türkiye bu örneği yaşadı; 6 Mart 1995'te Ankara Brüksel ile bir anlaşma yaptı (Gümrük Birliği). Türkiye'ye mali yardım taahhüt edildi (güvence verildi) Ancak AB kurumlarından daha sonra geçemediği için taahhüt yerine gelmedi: Yunanistan veto etti.
Türkiye'ye ve Kıbrıs Türklerine ne güvence verilirse verilsin, bu güvence (ve taahhütler) AB sistemi gereği tek taraflı değiştirebilir. Çünkü Kıbrıs, AB sınırları içindeki bir "iç mesele" olur Türkiye ise "dışardaki" bir ülkedir,aynen 6 Mart 1995 belgesinde işleyen sistem gibi
Yunanistan'a Dolaylı İlhakKıbrıs Cumhuriyeti'nin Türk- Rum Federasyonu olarak AB'ye girmesi demek adanın dolaylı yoldan Yunanistan'a ilhakı sonucunu doğurur. AB içinde sınırlar kalkacağına göre Kıbrıs ile Yunanistan arasında da iktisadi siyasi ve askeri sınır bulunmayacaktır. Daha bugünden Yunan bayrağını göndere çekmiş bulunan Rumların ve Yunanistan'ın o gün neler yapacağını iyi görmek gerekir.
AB'nin 'dışındaki' Türkiye için Kıbrıs'ın Girit'ten hiçbir farkı olmayacaktır. Kıbrıs'taki Türkler içinde Girit'te yada Batı Trakya'da yaşamak ile Kıbrısta yaşamak arasında hiçbir fark kalmayacaktır.
2003 'te kurulması kesinleşen ve Yunanistan'ın ilk etapta 6500 kişi ile katılacağıı Avrupa Ordusu (AGSP) herhalde ilk güvenlik hizmetini Kıbrısta verecektir, bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Kıbrıs Federasyonu (Konfederasyonu) AB'ye Türkiye'siz girdiği zaman yalnız AB'nin değil daha çok Yunanistan'ın ayrılmaz bir parçası haline gelir.
 
Ya Kıbrıs Türkleri

Federasyonun içindeki Türkler artık şeklen AB'nin bir parçası olurlar, aynen Batı Trakya'daki Türkler gibi. Ancak durumları Batı Trakya Türklerinden daha kötüdür. Bugün Güney Kıbrıs'ta Yunan bayrağını devamlı gönderde tutan Rumlar (ve Papazlar) kuzeydeki Türk "azınlığı" rahat bırakmayacaklardır.
Öte yandan 1974 'te güneye giden Rumlar, ihtiyaçları olmasada bile kuzeydeki eski yerlerinehem hukuk gücü hem de kaba güç kullanarak dönmek isteyeceklerdir. Kuzeydeki Türklerin durumu batı Trakya'da 600 yıldır Makedon ve Bulgar azınlıkla birlikte yaşayan Türklerin durumundan çok daha kötüdür.
Kıbrıslı Türkler AB içinde "kendi haklarını bağımsız olarak koruyacak bir biçimde, AB kurumları içinde yer alamayacakları için sonuçta fiili olarak adanın bir azınlığı durumuna geleceklerdir. Yunanistan'ın (ve Rumların) etkili olduğu AB kurumlarında Türk azınlığın durumu çok zorlaşır.
Daha dün Bosna'da AB'nin gözleri önünde 200 bin Müslüman katledilmiş, AB kılını kıpırdatmamıştır. AB belgelerinde kuruluş felsefesinde 12 yıldızlı bayrağında Grek desenli parasında (Euro) Avrupa Birliği'nin Hiristiyanlık Roma ve Yunan Medeniyetleri üzerine kurulduğunu söylemektedir. Kıbrıstaki "Türk azınlığa"da da Bosna'daki Müslümanlardan Priznen'deki ve Batı Trakya'daki Türklerden farklı bir gözle bakılmayacaktır.
 
Kimin İçin Çözüm?

AB, Yunanistan ve Rumlar için çözüm demek, adadaki, " Türk varlığının sona erdirilmesi " demektir. AB içine aktarılmış Kıbrıs Federasyonu sonuçta onların istediği çözümü getireceği için ısrar ediyorlar.
-Aslında Kıbrıs'ta çözülecek bir şey yoktur. Dr. Andrew Mango'nun dediği gibi İngiliz İmparatorluğu, sömürgesi Kıbrıs adasından çekilmiş adayı eski sahipleri Türk ve Rum halkına teslim etmiştir. Türkler ve Rumlaar kendi devletlerini kurmuşlardır. 1974'ten beri adada barış vardı. Ne filistin ne Bosna ne de Kosova'da yaşanan kanlı olaylar Kıbrısta yaşanmadı.
Mevcut durum adada Türkler ve Rumlar, Türkiye ile Yunanıstan arasındaki dengeleri en iyi oluşturabilen statüdür.
- Ancak Yunanistan adanın tamamını istiyor.
- AB ise 1990'dan sonra yarın da içine almayacağı Türkiye'nin bir ayağının Doğu Akdeniz'de bulunmasını istemiyor. İngiltere'nin yanına Fransa ve Almanya'da gelmek istiyorlar, askeri üsleri ile birlikte ... " Uyuşmazlık" denen meselenin arkasında yatan budur. Türkiye mi? Kurtların suyunu kirleten kuzu misali...
 
 
..

Avrupa Gerçeği ve Atatürkçülük,

 
 
 

Avrupa Gerçeği ve Atatürkçülük, 

EROL MANİSALI
Aralık 2001 &  Cuma
26 Ekim, 2012 
Atatürkçülüğün Özünde Halkçılık Vardır,


Atatürkçülük sözcüğünün kesinlikle içinin doldurulması gerekiyor. Atatürkçülüğün içinin sadece bir ideoloji olarak, kavramsal olarak değil somut olarak doldurulması gerekiyor. Atatürkçülüğün ekonomik olarak, politik olarak, kültürel olarak somut getirileri nelerdir, Türkiye’nin bütünlüğü açısından önemi nedir incelenerek Atatürkçülüğün içi doldurulmalıdır. Zaten Atatürkçülüğün boşlukta bırakılması, Atatürkçülüğün istismarına, hatta ticarileştirilmesine, hatta Atatürk karşıtlarının Atatürk düşmanlarının Atatürkçüymüş gibi kendilerini sunmalarına olanak sağlamıştır. Atatürkçülüğün içi düşünürlerimiz tarafından doldurulmuş olsaydı, Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün istismarı bu kadar kolay olmazdı diye düşünüyorum.


Günümüzde Atatürkçülüğün uğradığı kayıp, erozyon aslında Türkiye’nin iç dengelerindeki bozukluklara paraleldir. Son 20 yılda büyük sermayenin Türkiye’nin yönetiminde ön plana çıkması ve kendine göre Atatürkçülüğü tanımlayarak, Atatürkçülük adı altında kendi çıkarlarını gerçekleştirmesi bu alandaki en büyük yozlaşmanın kaynağıdır. Atatürkçülüğün istismarı işinde en ön planda olanlar bu sermaye gruplarıdır. Diğer yandan tarikatçıların ve diğer bazı siyasi grupların da önemli bir kısmı Atatürkçülüğe karşı çıkmadıklarını ifade etmelerine karşın, gerçekte bu çevreler Atatürk ilkeleriyle tamamen çatışma içinde bulunmaktadır. Atatürkçülüğün istismarı özellikle bu çevreler tarafından yapılmaktadır.


Atatürkçülüğün özünde halkçılık vardır. Halkçılık, yani bugünkü anlamıyla somuta indirgersek halkın çıkarı, kamunun çıkarı, toplumsal yarar, halkın refahı, halkın mutluluğu Atatürkçülüğün odak noktasını oluşturmaktadır. Atatürkçülüğün özellikle bu yanı yozlaştırıldı. Sosyal demokrasi öne çıkarıldı. Batıcılık öne çıkarıldı. Oysa bu kavramlar Atatürkçülüğün tam bağımsızlık, devletçilik ve devrimcilik anlayışıyla beslenen halkçılık ilkesine yabancı, Batı merkezli akımlardır.


Atatürk kesinlikle Batıcı değildi. Niye Batıcı değildi? Batıcı olmak demek Batının bağımlı bir değişkeni, sömürgesi olmak demektir. Oysa Atatürk buna karşı savaşmıştı. Batı emperyalizmine karşı, kapitalizme karşı, sömürgeciliğe, saldırganlığa karşı savaşarak Türkiye’nin bağımsızlığını, Cumhuriyeti, halkçılığı ortaya koymuştu. Batıcılık ile Atatürkçülüğün özdeşleştirilmesi, büyük sermayenin kendi dar çıkar gruplarının gereğini Batıcı “Atatürkçülük” şemsiyesi altına şıkıştırmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır.


Sermaye çevreleri özellikle Soğuk Savaş sonrasında, Batının tek yanlı uzantıları olarak faaliyet gösterdikleri için Atatürkçülüğü de Batıcılık tanımı içine oturtarak, Batıya bağımlı bir ülke yaratmaya çalışıyorlar. Atatürkçülük de bunu gerektiriyor gibi yansıtılıyor.


1995 yılında Türkiye’yi Batıya tek yanlı olarak bağlayan bir sömürgeleşme belgesi olan Gümrük Birliği Antlaşması imzalanınca, o zamanın siyasileri, bakanlar, dışişleri bakanları, büyük sermaye çevreleri gazetelerde ve televizyonlarda ne diyorlardı? “Bu Atatürk’ün gösterdiği yoldur” diyorlardı. Atatürk’ün gösterdiği yol diye sundukları, Türkiye’yi bağımlı kılan ve AB’ye tam üye yapan değil, onun arka bahçesi yapan, sömürgesi haline getiren bir belgeydi. Gümrük Birliği kapitülasyonlardan da çok kötüydü. 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ni kasaba cumhuriyetleri konumuna soktular. Diğer aday ülkelerinin de gerisine düştü Türkiye. O zamanki siyasilere göre Türkiye’yi San Marino haline getirmek Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bu yalanı, bu kandırmacayı Türk toplumuna pazarladılar. İletişim araçları da tekellerinde olduğu için bunu da kolaylıkla yaptılar.


Halkın kafasını karıştırarak, Türkiye’yi tek yanlı olarak Batıya bağlarken, sanki Atatürk Türkiye’nin sömürgeleşmesine karşı savaşmamış da Türkiye’nin sömürgeleşmesi için savaşmış gibi yansıtmaya çalıştılar. Atatürkçülük diye sömürgeciliği 1995’te 65 milyon Türk halkına pazarladılar.


“Batıcılık Atatürkçülüktür” diyorlar. Oysa bakalım kimler Batıcı: bazı büyük sermaye çevreleri en Batıcı, bölücüler en Batıcı, tarikatçılar en Batıcı. Atatürk tarikatçılara da, bölücülere de, Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen çok uluslu şirketlere ve uzantılarına da karşı savaşmıştı. Kapitülasyonları yırtıp atan Lozan Antlaşması, Türkiye’yi Sevr’den bağımsızlığa taşıyan bir belgeydi. Şimdi Atatürk’ün kurduğu bağımsız Türkiye tekrar Lozan’dan Sevr’e yeni kapitülasyon anlaşmalarıyla taşınmaktadır. Dolayısıyla bugün bir Atatürkçülük kandırmacası vardır. Atatürkçülük adı altında Türkiye’yi tek taraflı bağlayan antlaşmalar halkı kandırarak gerçekleştirilmektedir. Büyük sermaye, bölücüler ve tarikatlar ortaklık halinde bu oyunu yürütmektedirler.


3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra yine büyük sermaye çevrelerinin, tarikatçıların ve bölücülerin borusunun öttüğünü görüyoruz. En Atatürkçü biziz diye Türkiye’yi sömürgeleştiren antlaşmaları imzalatmak istemektedirler. Batının istediği Kıbrıs’ın verilmesi bu grupların bugün gündemindedir.


Türkiye’de ulusal devlete ve Atatürkçülüğe karşı oluşan bu cephenin şu anda temel stratejisi Avrupa’yı ve Batıyı arkalarına alarak özellikle Atatürkçü Türk Ordusu’nu zayıf düşürmektir. Böylelikle Batı desteği aracılığıyla gerçek Atatürkçülük tamamen ortadan kaldırılmak isteniyor. Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet’i ve ulusal orduyu halkla ve Türk Silahlı Kuvvetleriyle kurmuştu. Atatürk karşıtların ve Batının uzantılarının önce orduyu hedef almaları bu açıdan anlamlıdır.


Biz Atatürkçüyüz diyen işbirlikçi sermaye çevreleri diğer gruplarla ve Batıyla işbirliği yaparak gerçek Atatürkçülüğü, Atatürkçü düşünceyi, Atatürkçü çevreleri Türk siyasetinden silip atmayı, Kemalizmi, Cumhuriyet’i ve ulusal politikaları ilelebet ortadan kaldırmayı düşünmektedirler. Sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçüleri ortadan kaldırmak için yabancı güçlerle işbirliği halindedir.


Bu koşullar altında gerçek Atatürkçülerin gelişmelere seyirci kalması mümkün değildir. Saldırı ulusal devlete ve Atatürkçülüğe olduğu için ulusu savunacak olanlar da ancak gerçek Atatürkçüler olabilir.


Ortaya çıkan manzara Türkiye’de hiçbir bölünmüşlüğe izin vermemektedir. Türkiye’de kendine ulusalcı, Atatürkçü, ilerici diyen bütün çevreler aralarında çekiştikleri, birleşemedikleri sürece, marjinal Atatürkçüler konumunda ayrı ayrı köşelerinde kalacaklardır. Uç solundan, ılımlı soluna kadar geniş bir kesimin ve diğer ulusalcı güçlerin ulusal bir cephede birleşmesi gerekmektedir. Tabii ki bu cephenin ulusal bağımsızlığın, ulusal devletin ve Atatürk Cumhuriyeti’nin korunması ve Türkiye’nin yeniden Atatürk devrimlerinin yoluna girmesi temelinde kurulması gerekir. Türkiye’nin yeniden bağımsızlık yoluna ve Atatürkçülük çizgisine girmesi ancak böyle bir mücadeleyle mümkün olabilir.


Prof. Dr. Erol MANİSALI


http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturkculugun-ozunde-halkcilik-vardir-prof-dr-erol-manisali-t32887.html

Papaz Her zaman Pilav Yemez !,





Papaz Her zaman Pilav Yemez !, 




BIÇAK SIRTI 
EROL MANİSALI
Kasım 2001


Şu Dinler - Kültürlerin kucaklaşması işi yok mu, oldum olası mest eder beni; kiliseler, sinagoglar, camiler kucak kucağa, iç içe, banş ve sevgi dolu. Camilerin dışındakilerin pek "cemaati" yoktur ama olsun, ne çıkar, mensupları şımdılerde taa uzaklardan gelir. Avrupa'lar dan hatta Amerika'lar dan, onca yolu bizi kucaklamak için teperler, binlerce kilometre yolu. Tabii barış sever ve kucaklaşma düşkünü medyamızda bu barışçı, kutsal, dinsel, kim bilir belki de bi- raz "dinsel olan bu teması görkemli bir biçimde sayfalrına ve ekranlrına getirir; kolay mı, görev bilinci, inanç bilinci, barış bilinci; işin ucunda üç beş kuruş varsa bile bu kadar kutsal ve barışçı şeyin yanında lafı mı olur, varsın olsun; papazlar ve patronlar sağ olsun, bizim boynumuz kıldan incedir derler 3 Eylül'de Cumhunyet'te başlığını birinci sayfada gördüm, istanbul'da kültürler ve dinler kucaklaşmış da haberimiz yok: Ortodokslar, Yahudiler, Katolikler, Ermeniler; Sevr haritası gibi kucaklaşma, bayılıyorum vallahi, ne zevk ne zevk, kucakla kucaklayabildiğin kadar. Hep bizi kucaklıyorlar  Nedense budinler arası kucaklaşmalar hep bizim taraflarda olur, Istanbul'da, Ege'de, Güneydoğu'da falan;gönül isterdi ki birazda onlar ev sahipliği yapsınlar! 
- Mesela Vıyana'da, Vıyana kuşatmalarının kucaklaşması. Oyle ya, Müslüman Türkler ile Hıristiyan Avrupa orada karşı karşıya gelmişler, Vıyana kahveyi bizden öğrenmiş. Onun anısına, Müslümanlar ve Hırıstıyan ların bir araya gelişleri her yıl Viyana 1 de kutlanmalı, dinler ve kültürler arası bir kucaklaşma da her yıl Vıyana'da yapılmalı.  Bosna'yı da unutmamak gerek; bir barış şöleni de Bosna'da olmalı; bizim Diyanet Işleri Başkanımız her yıl Vıyana'ya, Bosna'ya gitmeli, piskoposlar, kardinalleri orada da kucaklamalı. Onların bizi hep burada, bizim topraklarda kucaklamalan beni biraz rahatsız etmeye başladı. 
- Bir orada bir bur da olsa tamam, mesele yok; hep burada, hep burada, sanki biraz ayıp oluyormuş gibi geldi bana. Kandırmaya son... Kimse kimseyi kandırmasın; papazların sık sık gelip bu topraklarda, barış, diyalog, kucaklaşma adı altında toplanmaları " Vaat edilmiş Topraklara dönüş provasıdır ", medyada, dünya kamuoyunda resimlerin hafızalara kazınmasının provalandı. Gerçekten bır kucaklaşma olacaksa bunların Viyana'da, Bosna'da, Selânik'te, Gırttte, Rodosta, hatta Amerika'da ve Avrupa Birliği Parlamentosu'nda yapılmaları gerekir. 
- Sevgili papazlar Türkrye'ye gelmeden önce şöyle bir Amerika'yı, AB Partamentosu'ndaki milletvekillerini ziyaret etsinler. Onlara, " Türklere karşı Er- meni ve Rum yanlısı kararlar çıkartıp Türkiye'yi dışlamayın, dûşman dan saymayın' desinler. Bunları boşverip sık sık Türkiye'ye dinler arası kucaklaşma adı altında gelirlerse biz bunun altında, haklı olarak, başka şeyler ararız. 
- Daha birkaç ay önce Vatikan, Ermeni Patriğî ile Türkiye'ye karşı ortak bir açıklama yapmadı mı? - AB Parlamentosu'n dan; ABD eyalet meclislerinden çıkan Türkiye karşıtı kararların arkasında din ve ırk ayrımı, Türk düşmanlığı yok mu? Bütün bunlar sistemli bir biçimde yürütülürken gelip Türkiye'de papazların biz Türkleri kucaklıyoruz, demeleri, kusura bakmayın ama bana Bokasyo'nun Dekameron Hikâyeleri'nı hatırlatmaya başladı. Birazda bizimkiler gidip Vıyana'da, Amenka'da sizinkileri kucaklasınlar, yeter artık! Papaz her zaman pilav yemez ya da " Ne kadar ekmek, o kadar köfte",hangisini tercih ederseniz! 

http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/2001/9/7/11.xhtml
..

TESLİMİYET FELSEFESİ ÜZERİNE

 
TESLİMİYET FELSEFESİ ÜZERİNE
 
 


Prof. Dr. Erol Manisalı
EYLÜL 2001   
 
 
Türkiye sanki birilerine "havale ediliyor" gibi. İçerden yönetilemiyor, insanımız, siyasal yapımız yetersiz kalmış havası yaygınlaştırılıyor. IMF, ABD, AB Türkiye'nin "kurtarıcıları" olarak sunuluyor. Medyamız neredeyse, "Tanrı iyi ki IMF'yi, AB'yi yarattı, yoksa halimiz dumandı" diye başlık atacak.
- Ekonomik reformlar IMF'ye havale edilmiş.
- Sosyal ve politik düzenlemeler AB'nin vesayeti altına sokulmuş.
- Türkiye'nin bölgesindeki çıkarları Amerikan patentine bağlanmış.
Yıllar önce İngiltere de IMF ile anlaşma yaptı, para aldı. Ama İngiltere bunu yaparken IMF'yi bir "araç" olarak görüyordu, kendi ulusal önceliklerini İMF'ye bırakmıyordu.
Bizde esen hava çok farklı: Ankara insiyatifi elinde tutmuyor, tutamıyor, medya ve bazı sermaye çevreleri de bu oluşumun altyapısını oluşturuyor.

İşler dışarıya ihale ediliyor
 
- Bunu yaptırsa yaptırsa IMF yaptırır.
- Şunlar şunlar ancak "AB boyunduruğu altnda olur".
- Bu bölgede Amerika olmasa yadık gitti, havasına sokulan bi toplumsal ve siyasal anlayış, Türkiye üzerinde, "güçlülerin gönüllü vesayetini" getirmiyor mu?
Dünya ile işbirliği başka, teslimiyet başka. Bir ülke kendi politik, ekonomik ve sosyal gelişmesini "dışarıya havale ediyorsa", sömürgeleşmeyi ve uydu devlet olmayı baştan kabullenmiş olmaz mı? Portekiz mi, Yunanistan mı, Norveç mi, Fransa mı, hangisi bizim gibi yapıyor? Hiçbiri. Uygar dünyada Türkiye gibi davrananı yok.
Dünyada hâlâ her toplum, her ülke önce kendi çıkarını düşünüyor. Kendi yapması gereken işleri "dışarıdaki devletlere havale eden" bir ülkenin gerçekten de geliştiği, dünya tarihinde bugüne kadar olmadı. Bu, demokrasinin de mantığına aykırıdır. AB ve ABD bir vatandaşının işsiz kalmasını, gelirini düşmesini, zarar görmesini kabullenemez. Demokrasi, "hem içerde hem de dışarda ülkenin, kendi toplumunun çıkarlarının korunmasını" zorunlu kılar. Ancak demokrasiden uzak toplumlar "kendi insanlarının geleceğini dışarıya havale ederler".
 
Türkiye'de bu teslimiyet neden?..
 
- En başta, toplumsal demokrasi çalışmıyor. Çiftçi, işçi, memur, küçük işletme sahibi kendi çıkarlarını savunamıyor. bilinçlenme yetersziliğinden politik örgütlenme zaafına kadar birçok neden var. Demokrasinin işlediği Avrupa'da AB çiftçisi AB bütçesinden, bugün bile yılda 50 milyar dolar destek alıyor. IMF ise Türkiye'ye, "Çiftçiden desteği tamamen kaldır, reformun faturasını düşük gelirliye yükle" diyebiliyor. IMF'ye yapılan bu "ihale"de medyada alkışlanabiliyor.
- Türkiye'de ekonomik, siyasal, hukuksal ve bürokratik "güç paylaşımında bozuk bir düzen tıkır tıkır işletiliyor". Çeteler yargılanamıyor, bankaların içi bazı güç odakları tarafından göz göre göre boşaltılıp bedeli halka yükletiliyor. Devlet ormanlarını koruyamıyor, kanunlar uygulanmıyor.

Devlet, özellikle zaaf içinde tutuluyor. Kamu yararı, toplum yararı, ulusal yarar kavramlarının sahibi yok.
 
- Büyük sermayenin bir bölümü, bu bulanık ortamdan yararlanıp ülkeyi yönetmeye kalkıyor. Uluslararası güç odakları ile kader birliği yapıyor.
- Türkiye'de "entelecensiya zaafı" var. Bir kısmı, bazı çıkar çevrelerini uydusu olmuş, entelecensiyayı oynuyor. Bir bölümü de kendi toplumuna "yabancılaşmış". Teslimiyet anlayışı içinde "küresel entelecensiya" olmuş.
Bir toplumda gerçek entelecensiya, "uluslararası uygarlık değerlerni, kendi ulusal gelişme değerleri ile bağdaştırabildiği ölçüde" entelecensiya olma özelliğini kazanabilir. İki dayanaktan biri yoksa, işler teslimiyet ve havale felsefesi üzerine oturtulmuşsa, ortada göstermelik bir entelecensiya vardır.
İşler havale ve teslimiyetle yürütülecekse 80 yıldır bu çabalara ne gerek vardı? Sevr'e de evet derdik, dışardakiler bütün işleri yürütürler, memleketi güllük gülistanlık ederlerdi!..
..

TSK ve AVRUPA BİRLİĞİ

 
 
 
TSK ve AVRUPA BİRLİĞİ
 
 
Prof. Dr. Erol Manisalı
 
 
Genelkurmay Başkanlığı bir açıklamayla AB'ye karşı olmadığını bildirdi.
Türkiye'nin AB'ye bir Fransa ya da bir İspanya gibi tam üye olmasına TSK karşı değildir. Bunu çok doğal karşılamak gerekir. TSK'yi bu yönde açıklama yapmaya, bazı spekülatif yayınlar zorladı.
Ancak, arada bazı farklar var...
Evet, Türkiye'nin aynen AB içindekiler gibi eşit statüde ve normal, tek yanlı olmayan bir ilişki düzeni içinde AB'ye üye olmasına TSK karşı değildir. Ancak bugüne kadar, haklı nedenlerle TSK ve askeri çevreler, Türkiye-AB ilişkilerinde "bazı tepkiler" göstermişlerdir.

Son aylarda bu tepkilerin "hangi konularda" ortaya çıktığını sıralayalım:
1) Güneydoğu konusunda Brüksel'den ve AB Parlamentosu'ndan, "Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik dayatmalara" yeltenildiğinde TSK ve askeri çevreler, "AB Türkiye'den böyle şeyler isteyemez" demişlerdir.
2) "Ulusal azınlıklar" adı altında, Türkiye'den, ülke bütünlüğüne yönelik tahrikler ve dayatmalar yapıldığında, TSK tepki göstermiştir.
3) Türkiye-AB ilişkileri bahane edilerek, hatta istismar edilerek Kıbrıs ve Ege konularında AB "koşul getirdiğinde", TSK olmaz demiştir.
4) Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği-NATO ilişkilerinde, AB'nin dayatmak istediği "tek yanlı düzene", TSK karşı çıkmıştır. TSK, Türkiye-AB ilişkilerinde çok haklı olarak tek yanlı yapılanmalara karşıdır.
5) MGK konusunda, Brüksel'den "dayatmalar yapılmak istendiğinde", TSK buna da tepki gösterdi.
 
6) Son olarak, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde, Kıbrıs'ın "koşul olarak dayatılmasına" TSK hayır demiştir.
Ayrıca bu konuda, Çankaya Doruğu ile Sezer, Denktaş, Ankara hükümeti ve Genelkurmay, ortak tepkilerini ve çizgilerini net bir biçimde kamuoyuna yansıtmışlardır.

7) Son olarak Nice Doruğu'nda TSK, Türkiye'nin AGSK'den dışlanmasına ve Türkiye'ye 2010 randevusu verilerek ülkemizin "oyalanmasına" anında tepki göstermiş bulunuyor.
 
TSK Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmamıştır ama, AB'nin, adaylığımız bahane edilerek ulusal çıkarlarımız üzerinde oynamasına tepki göstermiştir.
 
 
TSK Nelere Karşı?
 
 
Türkiye-AB ilişkilerinde, TSK'nin tepki gösterdiği konulara baktığımızda aşağıdaki gerçekler ortaya çıkıyor:
 
1) TSK, Türkiye-AB ilişkilerinde, "tek yanlı düzenlemelere karşıdır". Bunun somut örneğini AGSK-NATO ilişkisinde gördük.
2) TSK, ileride Türkiye'nin bütünlüğünü tehlikeye sokacak AB isteklerine karşıdır.
3) TSK, Kıbrıs ve Ege konularında, AB'nin "ön koşul dayatmalarına" karşıdır. Atina'nın, AB'yi kullanarak Türkiye'nin karşısına çıkmasına tepki gösteriyor.
4) AB'nin, MGK gibi, Türkiye'nin ulusal çıkarlarının korunmasında önemli olan bir kurumu karşısına almasına tepki veriyor.
5) TSK, AB çevrelerinin, Atatürkçü düşünceden rahatsız olmalarına da, çok doğal olarak tepki göstermektedir.
6) TSK, Türkiye'nin AB tarafından "oyalanmasına" da karşıdır.
TSK AB'ye karşı değildir ama, AB'nin Türkiye ile ilişkilerinde, yukarıda anılan konular üzerinde ısrar etmesine çok haklı olarak karşı çıkmakta, tepki göstermektedir.
 
İki Şeyi Birbirinden Ayırmak...
 
TSK, AB'ye normal koşullar altında "evet" demektedir. Oysa AB, sürekli olarak Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan önerilerle karşımıza çıkmaktadır. Bir taraftan Türkiye'den ödün koparmaya çalışırken öte yandan da ülkemizi " Oyalama taktiği " gütmektedir.
TSK, AB'ye karşı değildir ama, bütün bu anormal taleplere de tamamen karşıdır. Karşı olduğunu, bugüne kadar ortaya koyduğu tepkilerle göstermiştir.
Kimse konuyu istismar etmeye kalkmasın: AB'ye karşı olmamak başka şey, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan dayatmalara evet demek ise bambaşka bir şey.
 
 
 
 

AB ve Kıbrıs ,




AB ve Kıbrıs , 



 Erol Manisalı,
Temmuz 2001

Avrupa Birliği konusunda yıllardır dürüst ve yurtsever bir çizgi izleyen
Lüksemburg Zirvesi’ni şöyle değerlendirmektedir, 

“AB Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı büyük bir ‘taktik hata’ yaptı: Gerçek tutumunu açık açık sergiledi ve Türkiye’ye geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde yer vermeyeceğini ‘belli etti’: Bu taktik hata AB aleyhine şu sonuçları doğurmaya başladı:“
(1) Avrupa’dan kurumsal olarak dışlandığını gören Ankara, Amerika ile sürmekte olan yakınlaşmayı “hızlandırdı” ve ilişkiler stratejik bir ortaklığa doğru gitmeye başladı. Bu gelişmeler uzun dönemde AB’nin bölgesel çıkarları ile hiç mi hiç bağdaşmıyordu. Özellikle Almanya ve Fransa bundan rahatsızdı.“
(2) AB’nin 1997 Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı gösterdiği ‘dışlama’ tutumu Türkiye’de meseleyi yeni yeni anlamaya başlayan birçok çevrenin gözünü açtı. Gümrük Birliği’nin gözden geçirilmesi gerektiği öne sürülmeye başladı. Oysa AB, Gümrük Birliği’ndeki tek yanlı bağlayıcılıktan çok memnundu. İşler AB lehine yürüyordu. Ve durumun sürdürülmesi için, çatlak ses çıkmaması gerekti.”
Bu ve benzeri gelişmelere bağlı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özellikle de 1998 sonrasında, dış ilişkilerinde daha bağımsızlıkçı bir çizgi izlemeye, özellikle Rusya’daki temel politika değişikliğinin ardından çokkutuplulaşan dünyada ilişkilerini çeşitlendirmeye başladı. Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği’nin iyice açığa çıkan tavrı, Türkiye’deki ulusal bağımsızlıkçı eğilimleri daha da güçlendirdi.
Türkiye’nin bu bağımsızlık çı tavrı Avrupa Birliği üzerinde etkili oldu. Ayrıca, 1998-1999 yıllarında Rusya’da da Batı yanlılarının iktidardan uzaklaştırılması, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yeniden yeşil ışık yakmasında önemli bir rol oynadı 10. Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarının 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan zirve toplantısında Avrupa Birliği’nin tavrı değişti. Zirve bildirisinde Türkiye’deki “olumlu gelişmeler”in memnuniyetle karşılandığı belirtilerek, Türkiye’nin diğer aday devletlere uygulanan kriterler temelinde Avrupa Birliği’ne katılacak olan bir aday devlet olduğu belirtildi.
Ancak bu olumlu gibi sunulan hava yalnızca bir yıl sürdü. 8 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye raporunda, 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda kabul edilen Türkiye’ye ilişkin kararda ve 7-9 Aralık 2000 tarihlerinde Nis’te yapılan AB devlet ve hükümet başkanları zirvesinde, Avrupa Birliği’nin bölücü tavrı ve talepleri sürdü. Kıbrıs, kısa vadede çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasına katıldı. Ege Denizine ilişkin sorunlar da orta vadede çözüme kavuşturulması gereken konular arasına alındı. Diğer taraftan, Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan koşullar yerine getirilse bile, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin 2010 yılına kadar başlamayacağı, bu ve
daha sonraki tarihler için de bir garantinin olmadığı ortaya çıktı.
Türkiye konusunda Avrupa Birliği tarafından hazırlanan ilerleme raporu ve katılım ortaklığı belgesi Türkiye’de büyük tepki çekti. Avrupa Birliği’nin talepleri, ülkemizdeki ulusalcı güçler tarafından sert biçimde eleştirildi. Hükümet, katılım ortaklığı belgesinde yer alan taleplerin yerine getirilmesine ilişkin olarak Avrupa Komisyonu’na vermesi gereken ulusal programı zamanında hazırlayamadı. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri Nis Zirvesi sonrasında yeniden bir soğuk döneme girdi. 


Cumhuriyet, 20.10.1999. 
http://idealimforum.blogspot.com.tr/2016/01/ab-ve-kbrs.html

.